16 Ekim 2013 Çarşamba

Yüzyıllık Yalnızlık

En büyük yalnızlık insanın kalabalık içinde hissettiği yalnızlıktır ve kalabalık ne kadar artarsa o kadar şiddetlenir yalnızlığı insanın. Sanki bedeni bile terk etmeye başlar insanı. Önce sesi gider, kısılır kalır, ardından sıcaklık basar her yanı, teninin rengi değişir, sanki havadaki oksijen bile çekilir gider. Elleri terk eder sonra insanı, sanki ruhu çekilir insanın, o bile gider. En büyük yalnızlık insanın sevdiklerinin yanında hissettiğidir. Ben kalabalık bir ailede büyüdüm ve yıllarca babamın yanında yalnız hissettim kendimi. Terk edilmiş hissettim.

“Beni sevmediğin zamanlarda, Alıştım susmaya
 Hiç ağlamadım, ağlamadım, Alıştım susmaya,
Çok zor bazen nefes alabilmek”

diyor Emre Aydın bir şarkısında ve bir başkasında,

“Gülüşlerim vardı benim … Ben kimim, ben neredeyim ?
Tam karşıya geçerken bıraktığın o el benim”

diyor. İşte tamda bu duyguydu hissettiğim, tamda caddenin ortasında sanki bırakmıştı elimi, yapayalnız kalmıştım. Hiç kimse veya hiç bir şey dolduramamıştı içimdeki boşluğu. Kalbimde bir enfarkt alan oluşmuştu, hissetmiyordu artık. Sanki tek taraflı fesih etmişti aramızdaki anlaşmayı babam.

En sevdiğim kitaplardan biri Gabriel Garcia Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabıdır. Bir çocuğun kocaman bir evdeki hikayesini anlatır. Yıllar sonra fark ettim anlaşmaya uymayanın kendim, asıl yalnızın olanın babam olduğunu. Seneler boyunca hissettiğim yalnızlık işte o zaman kalktı üstümden, bununla birlikte farkındayım ki hala korkarak sarılıyorum ona. Hala beni fark edecek mi acaba diye düşünüyorum, yoksa “Allahaısmarladık” bile demeden çıkıp gidecek mi? Márquez veda mektubunda “Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim” diyor aynı veda mektubunda…

“Eğer tanrı bana birazcık can verse ve ödüllendirse yeniden, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim belki, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirirdim. Eşyaların maddi yönlerine değil, anlamlarına değer verirdim. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Eğer tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Eğer bir yudumluk yaşamım daha olsaydı karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylerdim. İnsanlara, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır aslında. Çocuklara kanat verirdim ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanakta sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... artık ölebilir miyim?” de diyor…

Yuvaya mutlu ve görevi tamamlamış olmanın haklı gururuyla dönebilmek için sevdiklerinize, hatta sevemediklerinize de yeni bir gözle bakın ve anlaşmaya uymayanın kendiniz olabileceğini unutmadan dönün yüzünüzü güneşe. Sadece bedeninizi değil, ruhunuzu da açın tüm çıplaklığıyla korkusuzca. Ne olur kendinizi çok zorlamayın, bırakın, unutmayın en güzel şeyler onları en az beklediğiniz zaman gelir. Sadece ana bırakın kendinizi.

Mutlu bayramlar…
Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler!...