20 Aralık 2017 Çarşamba

Aile Babası - Hayatımızın kırılma anları

Bu hafta Sinema Salısı’nda başrolünde Nicolas Cage’ın oynadığı 2001 yapımı bir film vardı. “Aile Babası”. Tanıtımında “Jack Campbell hayatta işten, başarıdan ve paradan daha önemli şeyler olamayacağını düşünen bir iş adamıdır. Hiç evlenmemiş ve aile kurmamıştır. Bir sabah uyandığında kendini 13 yıl öncesinde terk ettiği kız arkadaşı ile evlenmiş ve 2 çocuğu olan bir aile babası olarak bulur.” diyordu.

Aslında Jack okul sonrası ilişkisine asla zarar vermeyeceğini düşünerek, hatta katkı sağlayacağına inanarak yalnızca bir yıllığına Londra’da yakaladığı bir fırsatı kabul edip gidiyordu. Her seçim anı bir yol ayrımıdır. Belki de o an bir paralel evren yaratıyoruzdur. Bir sabun köpüğü gibi. O evrende burada yaptığımız seçimin tam tersini yaparak ilerliyoruzdur ve bazen hayat meleksi bir dokunuşla bizi kendi paralelimize sokup alternatif hayatımızdan kesitler sunuyor ve neyi kaçırdığımızı görmemizi sağlıyordur.

“Hepimizin geçmişinde değiştirmek istediği bir karar anı olabilir. Ama geçmişi lineer algıladığımızdan o ana fiziksel olarak geri dönemiyoruz. Ama o anda farklı seçim yapan halimizi şimdi de, bizimle paralel bir yerde düşünürsek ve onunla bütünleşebilirsek belki her iki yaşam içinde bir mucize gerçekleştirebiliriz.”

Jack’in fiziksel realitesi; Zengin, Bekar, İlişkisi yok…
Jack’in duygusal realitesi; Sevgisiz, yalnız…
Jack’in düşünsel realitesi; Para olmazsa, huzur da olmaz…

Spiritüel bakışa sahip olanların “hayatınızın ruhsal amacını ancak böyle bulursunuz” dediği, Freud’un çocukluğun “0-5 yaş arasında kazanıldığını” belirttiği, kimilerinin “kader” diye adlandırdığı, hiçbir fikri olmayan sokaktaki herhangi bir insanın “hayatın gerçekleri” diye tanımladığı şeylerin tamamı, aslında size hayatınızın kodunu çözmeniz için gereken anahtardır.

Fiziksel realiteniz ve içinde bulunduğunuz durum, derin düzeyde düşünsel realitenizden kaynaklanır. Fiziksel rahatsızlıklarınız, düşünsel rahatsızlıklarınızın bir yansımasıdır. Fiziksel yalnızlıklarınız, düşünsel olarak ilişkiye hazır olmamanızdan kaynaklanan bir yansımadır.
Filmin sonuna doğru Jack her iki paralel yaşamdan birini seçmek zorunda olmadan, ikisinin de güzel yanlarını alarak yeni bir gerçeklik yaratabilecek adımı atar.

Unutmayın realitelerinizi değiştirdiğinizde, yaşam sizin için yeni kurallarla yeniden başlar.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR / Davranış Bilimi Uzmanı / Regresyon Terapisti

6 Aralık 2017 Çarşamba

The Fountain – Kaynak

Salı akşamları sevgili dostlarla seçilmiş filmleri izliyor ve üzerinde biraz sohbet ediyoruz. Geçtiğimiz sene kader, ölümden sonra yaşam, seçimler ve kuantum evreni, olasılıklar, ilişkiler gibi konularda harika filmler izledik. Aslında bu dönemde şunu fark ettim. Haftalar geçtikçe anlayışımız gelişiyor ve bu da bende yeni film seçme konusunda bir stres yaratıyor. Bu film tam bu arada yeniden karşıma çıktı.

Darren Aronofsky’nin bağımsız sinema da Pi ve Requiem of the Dream’le kazandığı başarının ardından ilk kez büyük bir bütçe ile çektiği “The Fountain – Kaynak”.

Öncelikle şunu söylemeliyim. Film üzerine söylenen her şeyi boş verin. Buna tanıtım yazısı da dahil. Çünkü hemen hiç kimse filmin şifrelerini çözmek için çabalamamış görünüyor. Ben haddim olmadan Aronofsky’nin aklına girmeye çalıştım. Sonuç aşağıda J

“Üç farklı zaman biriminde, bir adamın sevdiği kadını kurtarmak için başından geçen bin yıllık serüveni konu almakta”, deniyor tanıtım yazısında. Aslında temelde Tommy Creo (Hugh Jackman) isimli bir bilim adamının, kanser olan eşi İzzy'yi kurtarabilmek için umutsuzca bir tedavi yöntemi keşfetmeye çalışmasını konu alıyor. İzzy (Rachel Weisz) ölüme yaklaştıkça bunun bir son değil de başlangıç olduğunu anlamaya başlıyor. Anlardan keyif alabilmeye, elindeki son dakikaları sevdiği adamla geçirmeye odaklanıyor ve sıkça belirttiği gibi sonrasından korkmuyor. Aksine ölüme doğru yaklaşırken müthiş bir teslimiyetle  romanını tamamlamaya çalışıyor. Romanın konusu 15. yüzyıl İspanya'sının engizisyondan özgürleşebilmesi adına ihtiyacı olan gizli piramidi bulmak için Tomas’ın seçilmesiyle başlıyor. Tomas’ın görevi bu efsane piramidin içinde bulunan Hayat Ağacı’na ulaşmak ve ölümsüzlük verdiği sanılan öz suyunu İspanya kraliçesine getirmektir. (Hayat Ağacı, bilgi ağacıyla birlikte cennetteki iki ağaçtan biridir. İncil’de Adem ve Havva bilgi ağacının meyvesini yedikleri için Hayat Ağacının Yaratan tarafından saklandığından bahsedilmektedir.) İspanyol kraliçesi de ona ağacın özünü getirdiğinde sonsuza kadar birlikte yaşama sözü verir.

Ancak İzzy ölüme yaklaşırken eşine, romanının son bölümünü onun tamamlamamasını vasiyet eder. Bu bir bilim adamı için kanseri tedavi edecek ilacı bulmaktan bile zor bir görevdir. Eşini iyileştirememesi bir yana, onun bıraktığı eseri de tamamlayamaması, Tommy’nin yaşamının sonu geldiğinde, kendisini ölümün kollarına bırakamamasına ve Araf’ta kalmasına yol açar. Duyduğu derin suçluluk onu Araf’ta sürekli eşinin hastalığıyla ve tamamlanmamış kitabıyla yüzleştirecektir.

Her seferinde İzzy sorar: Bitirdin mi? Filmin sonlarına kadar vicdan azabıyla tutuşan Tommy kitaptaki karakterle özdeşleşip macerayı bitirdiğinde, herkesin ruhu serbest kalacaktır.

Yaşamın, ölümün ve sonrasının şiirsel bir şekilde sorgulandığı, Clint Mansell’in eşsiz müzikleriyle harmanlanmış harika bir baş yapıt. Ölümün, vicdan azabının, suçluluk duygusunun bu kadar sanatsal işlenmesi ilham verici.

Hz.Mevlana’nın söylediği gibi: “Beden can çocuğuna gebedir. Beden ölür Can doğar. Ölüm denen olay, sadece ruhun doğum hadisesidir.”

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR / Davranış Bilimleri Uzmanı / Regresyon Terapisti

29 Kasım 2017 Çarşamba

Sonsuzluk Ormanı – Bir Araf Hikayesi

“AOKIGAHARA” Japonya’da Fuji dağını çevreleyen bir orman. Ağaç denizi diye de adlandırılıyor. Her yıl dünyanın her yerinden insanlar bu ormana intihar etmeye geliyorlar. Bazıları vazgeçip dönse de, 100 ün üstünde insan her yıl bu ormanda ölüyor.

“The Sea of Trees - Sonsuzluk Ormanı” filmi hikayeye buradan başlıyor. Filmin erkek oyuncusu karısının beklenmedik ölümünü atlatamayıp ona verdiği sözü tutarak ölmek için mükemmel yer olarak tanımlanan bu ormana geliyor. Ancak bu ormanda ölmeye gelen bir başkasıyla karşılaşıyor. Bu kişiyi “Ken Watanabe” oynamış. Bence çok etkileyici bir performansı var. Filmin büyük bölümü bu iki kişinin ormandan çıkılabilecek yolu aramaya çalışmasıyla geçiyor. Ancak elbette anlatmak istediği şey bu kadar değil.

Öncelikle ilişkilere odaklanıyor. Hep söylerim, biten ilişkilerin sonunda genelde kötü şeyleri hatırlarız. Bu egomuzun acımızı azaltarak bizi hayatta tutma çabasından kaynaklanır. Oysa elbette birçok güzel anıya da sahibizdir. Az getirisi olan bir işte çalışan akademisyen erkek “Matthew McConaughey”  ve tüm ödemeleri üstüne almak zorunda kalan emlakçı kadın “Naomi Watts” filmin iki ana karakteri. İlişkilerinin son anlarında iletişimlerinin artık ne kadar azaldığına, birbirlerine neredeyse olumlu hiçbir şey söyleyemediklerine ilişkin sahneler oldukça yalın. Bazen konuşurken diliniz zehir taşımaya başlar ya, hani ağzınızı açsanız sokarsınız karşınızdakini. Tam da bunu yapmaktan, birbirleriyle neden birlikte olduklarını unutmuş haldelerken kadın hastalanıyor ve tüm sorunlar rafa kalkıyor.

Hayat “Biz” olduğumuzu hatırlatmak için “Ben” lerin tehdit altına alınmasını sağlar. 

“Ben” bir kez tehdit edildi mi, her şey ve herkes onun etrafında kilitlenir. Diğer her şey önemini yitirir. Bu bizim buraya neden geldiğimizi anlamamız için bir fırsattır aslında. Bazen görünenlerin arkasında çok önemli mesajlar yatar. En önemli şeyin gerçek sevgi olduğu gibi. Kişi her şeyi ve herkesi saf sevgiyle kabul edebilir, yargılamaktan, eleştirmekten vazgeçebilir ve samimiyetle özür dileyebilirse her şey kendiliğinden çözülür. Eğer bunu yapamazsak ölüm bile bir çıkış olmaz, “Araf” ta sıkışır kalırız. Tamamlanamamışızdır çünkü, bir şeyler eksiktir, doğru parçayı bulmadan ve onu düzeltmeden dünyadan ayrılmamız mümkün değildir. 


Sonsuzluk Ormanı filmde “Araf”ı simgeliyor. Kefaretler ödenmeden ruhlar serbest kalamıyor çünkü.
Film hakkında yapılan her tür eleştiriyi bir kenara bırakın ve izleyip kendi kararınızı verin. Harcadığınız her dakikaya değecek bence.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR / Davranış Bilimi Uzmanı / Regresyon Terapisti

15 Kasım 2017 Çarşamba

Gerçekten affetmek, kendimize verdiğimiz en büyük armağandır.


Yaşarken karşılaştığımız olayların tekamül sürecimizdeki deneyimler için planlanan, çok ince düşünülmüş ve muhtemelen fikrimizin bile alındığı ilahi planlar olduğunu unutuyoruz. Bunun farkındalığını hatırlamak bile “affetme” eylemini sıradanlaştırabilir. En iyi öğretmenimiz bazen en kızdığımız kişiler değil miydi? Onlar bizi zorluyorlardı, doğru. Ama bütün dertleri, var olan potansiyelimizin hepsini ortaya koyacak cesarete sahip olabilmemizi sağlamaktı sadece. Çünkü yılsonunda karneyi verirken bizimle gurur duyanlarda onlardı. En büyük derslerimiz, bize en çok acı veren olaylardan çıkmıyor mu? En büyük affediş yaşanılanlardan gerekli dersi almaktır, içsel sınırımızı çizmek, kendimize değer vermek, kendimizi sevmek ve özsaygımızı geliştirmektir. Bu farkındalığı bize öğreten kişi ve olaylara teşekkür edebilmek demektir. 

“Gerçekten affetmek, kendimize verdiğimiz en büyük armağandır.”

“Sana affedilmeyecek kadar büyük hata yapan birine akıl sınırlarının bittiği yerden başlayacak ceza vermek istiyorsan, bütün samimiyetinle «AFFET». Hissedilen her şeyi arşivleyen «KADER» kendisiyle en iyi biçimde ilgilenecektir.” Şems'i Tebrizi

“Niçin affetmek, geçip gitmiş acıları bırakmak bu kadar zor?” diye soruyorsanız,  Osho cevaplıyor. “İnsanlar nefret ettikleri şeyleri taşırlar. Nefretlerinin içinde yaşarlar. Yaralarına sürekli parmak basarlar ki bu sayede iyileşmesin; iyileşmesine izin vermezler, çünkü onların tüm hayatı geçmişlerine bağlıdır.”
İnsan sürekli kendisiyle konuşan ve kendisini yargılayan bir varlıktır.  “Şişman görünüyorum. Çirkinim. Aptalım. Yaşlanıyorum. Saçlarım dökülüyor. Hiçbir şeyi anlayamıyorum. Asla yeterince iyi olamayacağım, asla mükemmel olamayacağım.”

“Günah kendi doğanıza karşı yaptığınız her şeydir.” Don Miguel Ruiz

Şimdide yaşamaya başlamadıkça, geçmişi unutmayı ve bağışlamayı başaramazsınız. Geçmişte olan her şeyi unutup bağışlamanı öneremem; ama şimdide yaşarsanız neler olabileceğini söyleyebilirim.  Şimdinin içinde olmanın mutluluğunu hissetmeye başladıkça, herkesin yapmaya devam ettiği geçmişe gidip durmayı bırakırsınız. Unutmak ve bağışlamak zo­runda kalmazsınız, çünkü kendiliğinden ortadan kaybolur. Şimdi size farkındalık kazandırır. Her şeyin arkasındaki sır çözülür. Işığın kendisi olduğunuzu fark etmeye başlarsınız. Büyük planı görür, okyanusun içine kendinizi bırakır, “Bir” olursunuz.
Yöntemlerden biri, “Özür dilerim” ve “Lütfen beni affet” demektir. Bunu bir şeyin – ne olduğunu bilmediğiniz bir şey – beden/zihin sisteminize girmiş olduğunu kabul etmek için söylersiniz. Tanrı’dan sizi affetmesini istemiyorsunuz; Tanrı’dan sizin kendinizi affetmeniz için size yardım etmesini istiyorsunuz. Bundan sonra, “Teşekkür ederim” ve “Seni seviyorum” dersiniz. “Teşekkür ederim" dediğiniz zaman, minnettarlığınızı ifade etmiş olursunuz. “Seni seviyorum” tıkanık enerjinin akmasını sağlar. Sizi Tanrı’ya bağlar. Sıfır konumu saf sevgi ve sıfır limiti olduğu için, sevginizi ifade ederek o konuma gelmeye başlarsınız.
Bu rica (dua) ho’oponopono olarak adlandırılır ve her dinde rastlanabilir, çünkü “her inançta, işlediğimiz  suçlar için bağışlama teması vardır.

Bir başka yöntem elbette olumlama yapmak.
“Sana karşı duyduğum ve beni yıpratan tüm olumsuz duygularımdan arınmaya ve seni affetmeye niyet ettim. Seni şu anda affetmeyi kabul ediyorum. Bu dünyada yaşamımda oyun arkadaşım olduğunu kabul ediyorum. Seninle yaşadığım her şeyin benim yüce hayrıma olduğunu kabul ediyorum. Gerekli derslerimi aldım. Artık seni sevgiyle serbest bırakıyorum.
Seni ve kendimi affediyorum.”


Başkasında gördüğünüz her şeyin içinizde de olduğunu unutmayın, dolayısıyla bütün iyileştirme olayı kendinizi iyileştirmektir. İyi yönetilememiş her hüzün, “ruhu yoran ne varsa” sonra size kilo aldırabilir L Demedi demeyin.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Fi-Çi-Pi Üzerine Çıkarımlar


Azra Kohen’in kitaplarını eşim rica ettiğinde almış, ancak pekte dikkatle ele alamamıştım. 
Aeden adlı kitabının çıktığını ve farklı bir evrende geçtiğini okuduğumda benimde başlama zamanım geldiğini anladım. Aeden’in ilk 50-60 sayfasından sonra durup, daha fazla ilerlemeden üçlemeyi okumaya karar vermiştim ki, Vodafone sponsorluğunda dizisi çekildi. Önce diziyi izleyip sonra kitapları okumaya karar verdim. 

Dizide Can Manay rolünde Ozan Güven oyunculuğunun zirvesine çıkmış, Mehmet Günsür her zamanki gibi etkileyici, naif ama aynı zamanda ve çekici. Bence kitaptaki kişilere çok uymuşlar. Duru rolünde Serenay’ı pek beğenemedim. Kitaptaki kişi ile hem fiziksel, hem de rol farklılığı var.
Merakım beni yeniden kitaplara götürdü. 

Üçlemenin ilk kitabı olan Fi’yi elime alıp okuduğumda ilk 50-60 sayfanın diziyle paralel olduğunu gördüm. Ardından yazarın karakterler hakkında spoiler’ları başladı. Yani karakterlerin ileride neler yapacağı, nelere sahip olacağı, kimleri kaybedip kimlerle yakınlaşacağı gibi pazarlama yöntemleri. Bu spoiler’lar pek benim tarzım değil. Bu arada zaman zaman kurgusal bazı hatalar dikkatimi dağıtmadı değil. Örneğin kitabın ana karakterlerinden biri olan Deniz’in ilk sayfalarda ela olan gözünün 100.sayfa civarında masmavi bakmaya başlaması, Pi’de ise sarı hareler barındıran yeşile dönmesi bence gözden kaçmaması gereken yazar ve editör hatalarıydı. Sonra gereksiz bir pornografi ve tarihsel hatalar. Eğer bir kitapta gerçek tarih hakkında bilgi veriyorsanız, araştırma yapmanızda fayda var. Yazara göre II.Dünya savaşında 35 milyon insan ölmüş. 
Oysa;
“II. Dünya Savaşı insanlık tarihinin en kanlı savaşıdır. Sona erdiğinde neredeyse 60-65 milyon arası insan ölmüştür. Bunların yaklaşık 30 milyonu Sovyet, 10 milyondan fazlası Çinli, 6 milyonu Yahudi, 6 milyondan fazlası Alman, 3 milyondan fazlası Polonyalı, 2.5 milyonu Japon ve 1.5 milyonu Yugoslav halklarındandır. Diğerleri daha az sayıda olduğundan ayrıntılarla boğulmayalım.”

Fi bittiğinde diziyi seyretmiş olmaktan çok memnundum. 
Bir çırpıda Çi’yi okudum. Deniz’in Ütopya köyü, yandaş medya, Amerikan uşağı politikacılar, gezi olayları vs. o döneme ışık tutmaya çalışan cesur bir kitap olmuş. Ama çok mu gerekliydi, bence hayır. Direk Pi’ye geçilmesi çok şey kaybettirmez. Pi zamanı. Yazarın bolca hükümet eleştirileri, güneş enerjisinin nasıl faydası olduğu, politikacıların ne kadar pislik içinde yüzdüğü vs. ile Çi’nin devamlılığı sağlanmış.


Ancak yazarın karakterler aracılığı ile okura empoze etmeye çalıştığı fikirlerin bir kısmına itiraz edemeden geçemeyeceğim. Örneğin “bir kadının ilk kez gördüğü bir erkekle birlikte olmasının nasıl bir değersizlik ve erdemsizlik olduğu, bir erkeğin saygı duyduğu bir kadına o kadın istediğini söyleyene kadar asla dokunmaması gerektiği, hamile bir kadının seksten uzak durması gerektiği, bazı kadınların sadece seks için bencilce nasıl da hamileliklerini tehlikeye attığı” gibi bazı görüşleri bence oldukça tartışmaya açık. Bunlar hakkında bilimsel yayın olsa dahi (ki sanmıyorum), her tez antiteziyle incelenir. Yazar tez-antitez tartışmalarında bile kendi görüşünü okura empoze etmeye o kadar kitlenmiş ki, okurun yorumuna olan saygısını yer yer oldukça kaybediyor.

Terapi deneyimlerimin bana kazandırdığı en önemli şeylerden biri, danışanlara herhangi bir fikri empoze etmenin yanlışlığıdır.”

Hamilelikte seks konusuna gelirsek;
“Birçok araştırma göstermekte ki, anne adayı olan kadın eşi tarafından da artık kutsallaştırıldığında ilişkileri bozulmakta, gereken ilgi ve desteği görememekte, hatta aldatılabilmekte. Hamilelikte seks yapılmasının hiçbir sakıncası yoktur (son üç ayda düşük tehlikesi olan kadınlar hariç), çünkü bebeğin amniyo sıvısı (embriyoyu koruyan ve besleyen sıvı), bütün fiziksel değişiklikleri içine hapsedecek şekilde yaratılmıştır. Hamileliğin 3-6 ayları arasındaki II.trimester denilen evrede kadınlarda cinsel istek ve dürtülerde belirgin bir artış olmaktadır. Aksine eşler arasındaki sevecen yaklaşımla, yapılacak yumuşak bir seks sırasında annenin salgıladığı seratonin hormonu bebeğin gelişimine çok daha yarar sağlar.”

Sonuç olarak insanın ancak kendi uyanışıyla ilerleyebileceğine, tekamül edebileceğine olan yorumlarına, ütopya gibi görünse de insanlığın bir gün tekrar BİZ’e doğru evrileceğine sonuna kadar katıldığımı söyleyebilirim. Kurgusal hataları ve bazı yanlış bilgileri editlenir, bazı şeyler okurun yorumuna bırakılırsa daha keyifli okunur kanaatindeyim.

Dizi açısındansa, yazarın günümüz Türkiye’sine getirdiği sıkı eleştiriler, gezi olayları, hükümet-muhalefet- ABD ilişkisi ve yandaş medya eleştirilerinin senaryoya aktarımı oldukça zor olacaktır. Allah kolaylık versin. Umarım tüm bu detayları atlayıp bizi saçma aşk ilişkileriyle avutmaya kalkmazlar.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimleri Uzmanı ve Regresyon Psikoloğu

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Bonding İlişkisi

Merhaba,
Bu hafta regresyon koçluğu grubumuzla yapacağımız Anne Karnı ve Şimdiki Yaşam Regresyonu eğitimi için notlarımı karıştırırken, geçtiğimiz yıllarda ABÇ Dergisinde yayınlanan bir röportajımı sizinle paylaşmadığımı fark ettim. Bence oldukça önemli olan bu konuyu sevgiyle ilginize sunuyorum.

Sn.Kartal Özal, pedagoji eğitimi almış bir davranış bilimi uzmanı olarak, regresyon terapisi ile ilgilendiğinizi ve oldukça ilginç çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Okuyucularımızı da yakından ilgilendiren anne karnı ve çocukluk dönemi travmaları hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz?
Elbette. Bebekler henüz anne karnındayken, hem annenin iç dünyasında, hem de çevrede olanları algılayabilir ve birçok bebek için travma anne karnında “bonding ilişkisi” nin kurulamaması ile başlar.

“Bonding İlişkisi” nedir?
Bonding ilişkisi, anne ile çocuk arasındaki temasla kurulan ilişkidir. Döllenme ile başlayan ve anne karnında iken daha da gelişen “birbirine ait olma, bütün olma” duygusudur. Bu duygu bebeğe anneye karşı güven geliştirmesi konusunda yardımcı olurken, annesine de bebeğini anlaması ve ona yardımcı olması, yol gösterebilmesi konusunda “özgüven” kazandırır.

Mesela özellikle anne karnında bu ilişki hangi sebeplerle bozulabilir?
Örneğin anne;
– Planlı bir hamilelik yaşamamış  ve bebeği düşürmeye çalışmış olabilir,
– Bebek anne karnında kordon dolanması yaşamış veya ölü doğmuş olabilir,
– Bebek henüz anne karnındayken veya sonrasında anne bir yakınını (abi, abla, anne, baba gibi) kaybetmiş olabilir,
– Bebek erken veya sezaryenle doğmuş, sonrasında bir süre kuvözde kalmış olabilir,
– Ebeveynleri bebek doğmadan veya hemen sonrasında boşanmış olabilir,
Bunların hepsi bu ilişkinin bozulması ve travma oluşması için etken olabilir.

Peki, Bonding İlişkisi doğum sonrasında nasıl devam eder?
Doğum anında anne ve bebek arasında sanki bir “ilk görüşte aşk” başlar. Bu nedenle doğumun mümkünse normal doğum olması ve ardından mutlaka anne-bebek buluşmasının hemen oracıkta yaşanması gerekir. Bilimde bunu yakın zamanda kabul ederek normal doğuma destek vermeye başladı. Bu durumda hem hamilelik sonrasında görülen depresyonlarda azalma olabilir. Hem de annenin bebek üzerindeki güven verici duruşunun, ileride bebek tarafından desteklenmesine, anne-bebek bağının kuvvetlenmesine son derece olumlu etkileri olacaktır.

Peki, ebeveynler tarafından çocukluk çağında oluşabilecek bu travmaları iyileştirici bir tutum veya bilinç ortaya konamazsa bunun ileride doğurabileceği olası sonuçlar konusunda bizi aydınlatabilir misiniz?
Özelikle bebek, anne tarafından karşılanmayan, eksik kalan duyguları başkalarından karşılamaya çalışabilir. Bu durumda yakınlarından (anneanne, babaanne, teyze, hala vb.) olumlu destek görürse sağlıklı bir benlik duygusu geliştirip ileride özsaygısı yüksek, ne istediğini bilen bir birey olabileceği gibi, taciz veya fiziksel şiddete maruz kalarak, ikili ilişkilerinde halen bu olayların yarattığı blokajı hisseden ve uzun süreli ilişkiler kuramayan, fiziksel bedeninde olduğu kadar, duygusal bedeninde ve benliğinde de yaralar açılmış bir birey haline gelebilir.
Mesela beklemediği bir anda hamile kalan, hamilelik sırasında birçok sorunla uğraşan, doğum sonrasında değil bebeğe ilgi göstermek, kendi ilgi ihtiyacında olan bir anne farkında olmadan bu ihtiyacını bebeğin yardımı ile karşılayabilir. Bu durumda çocuk kendi duygu ve düşüncelerini yaşayabileceği bir ortam bulamayacak ve ileride bu zayıf anneyi terk edecek özgüvene sahip olamayacak, hayatı boyunca hayır diyemeyen, istemediği konularda fikrini beyan edemeyen, sürekli başkalarını önceliklendiren bir birey haline gelecektir.
Her travma veya ihmal çocuğu kendinden biraz daha uzaklaştırır. Kendinden uzaklaşan çocuk giderek daha fazla çevresinin esiri durumuna gelir. Herkesçe kabul gören davranışlara mutlaka uyum sağlama çabası gösterebilir, gereksiz amaçları gözünde büyütebilir ve onları gerçekleştiremeyince büyük kırılmalar yaşayabilir.

Bu noktada sizin çalışmalarınız bu kişilere ne gibi yararlar sağlıyor?
Çocukluk çağı travmalarının kuşaktan kuşağa aktarılma özelliği vardır, ta ki bir kuşakta bu döngü dışarıdan müdahale ile kırılana dek.
Yaptığımız çalışmalar aracılığıyla kişi bu olaylardan dolayı birikmiş olan ve yıllardır içinde tuttuğu olumsuz enerjiyi boşaltır. Şimdiki hayat regresyonu da tıpkı geçmiş hayat regresyonu gibi, kişinin karanlıkta kaldığı sanılan ama kişiyi olumsuz etkileyen olayların izlerini temizlemesine aracı olur. Yaşamına anlayış, rahatlama, hafifleme, huzur ve sakinlik gelir ve çocuklukta yer etmiş olan negatif inanç kalıpları değişir. Çocukluk korkularından kurtulur ve kişi hayatından keyif almaya, birey olmaya, psikolojik olarak kendisini tam ve bütün hissetmeye başlar.
Anneler biraz önce bahsettiğimiz olası travma doğurabilecek normal dışı durumların yaratacağı sonuçları küçümsemez, bunun yerine bebeğin artık daha fazla ilgi ve sıcaklık ihtiyacı duyabileceğini göz önünde bulunduracak cesareti gösterebilirlerse, çocukluk travmalarını aşma noktasında dev bir adım atmış olacaklardır.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Melekler Şehri

Dün “Sinema Salısı”nda sezon finali yaptık. Yanlış hesaplamadıysam tam 26 film izlemişiz, bunların yarısından çoğu seminer tadında geçmiş. Sürekli devam eden 10-12 civarında katılımcımız olmuş, toplamda 50 ye yakın farklı kişiyle anılar biriktirmiş, ruhlarına dokunmuşuz.

Dünkü finalde izlediğimiz “Melekler Şehri” filmi, aşık olduğu kadın için sonsuzluğu terk eden ve düşen bir meleğin hikayesini anlatıyordu.

“Dokunduğum zaman elimi hisseden birini istiyorum” diyordu kadın ve filmin sonuna doğru sevdiği kadını sonsuzluğa yeni uğurlamışken yanındaki meleğe “Mutlaka yapardım. Saçını bir kere koklamak, onu öpmek, elini bir kere tutmak her şeye değerdi. Sonra onsuz yaşamak bile buna değerdi” diyordu adam.  

Hani, Halil Cibran bir şiirinde “Ruhum bana fısıldadı ve güçlü ve zayıf olarak ikiye ayırdığım insanların, aslında benim gibi olduğunu söyledi. Acıdığım veya imrendiğim insanların, takip ettiğim veya meydan okuduğum insanlardan aslında hiçbir farkım olmadığını söyledi” diyordu ya.
Her yaptığım konuşmada, seminerde en çok konuştuğum konulardan biridir sıradanlığımız. “Hem öğretmeniz, hem öğrenen bu hayatta. Asla kusursuz değiliz, ama sürekli kendi en iyi halimize yürüyoruz, inatla.”

Sinema akşamlarından birinin sonrasında Reyhan’la kahve içerken, “Bu dünyadan şu anda gitmem gerekse, görevimi yapmış hissediyorum” demiştim. Bu tatmin bana yeter diye düşünürken, dün tüm katılımcı dostlar harika sürprizlerle gelip, beni çok duygulandırdı. Her ayrıntının ne kadar ince düşünülmüş, üzerinde ne kadar çalışılmış olduğunu gördüğümde “değerlilik” duygumun bedenime sığamadığını fark ettim. Bu her insanın bir gün tatması gereken bir duygu. Karşılık beklemeden verdiğin zaman, hayatında sana verdiğini bana bir daha gösterdiler.


“Biliyorum benim özüm, onların özü. Benim vicdanım, onların vicdanı. Benim içimde parlayan ışık, onlar sayesinde yanıyor. Benim yolculuğum, onların yolculuğu aynı zamanda. Onlar yükseldiğinde, bende yükseliyorum. Onlar ışıldadığında, bende şarj oluyorum.”

Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki “Işığı taşıyan olsan bile, sen ışığın kendisi değilsin.” 

Ruhum bana fısıldamadan önce inanıyordum, ruhum bana fısıldadıktan sonra şimdi biliyorum. Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki “Zamanı dün, bugün ve yarın diye ayırma. Geçmişi asla geri gelmeyecek, geleceği asla ulaşılamayacak sanma, yapılan her şey şimdi ve burada değişebilir. Unutma, burası, orası, şurası yok. Sen her yerdesin.”

Harika bir yaz geçirmeniz dileğiyle. Seneye bizi daha zorlu, ama bir o kadar keyifli bir sezon bekliyor :-)


İyi ki varsınız, her şey sizinle daha güzel.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL

PDR/Davranış Bilimleri Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Dişi Enerjinizi Dengeleyerek Hayatınızı Değiştirin

Bu hafta Jung’un tipolojileri ile ikili ilişkileri incelememizi sağlayan sade ama etkili bir Fransız filmini izledik “Aramızda Bebek Var”.



İnanıyorum ki, bu dünyanın bütün sorunlarının çözümü, kadınlar ve erkekler arasındaki ilişki sorunlarından önce, her bir insanın kendi içindeki eril ve dişil dengesinin yakalanmasına bağlı.

Tipolojileri tanımlarken Tanrıça tabiri ile anlatılmak istenen, belli arşetiplerin kadınların duygu dünyalarıyla, düşünce ve davranış şekilleriyle ilgili her şeyi karakterize eden, oldukça karmaşık ve gelişmiş bir bilinç halidir. Aslında bütün insanların, tüm davranışlarının arkasında, onları başlı başına bir tip haline getiren temel bir dinamik vardır. Bu dinamik sosyal olarak gelenle, içten – doğuştan gelenin birleşiminden meydana gelir. Günümüzdeki tüm kadınların ortak davranışlarına, görüş ve ideallerine ilham veren, onlar için bilgi kaynağı oluşturan ruhsal enerji kaynağı bu tipolojilerin bedenlenişidir.

Athena Kadını, bilgelik ve uygarlık tanrıçası tarafından yönetilir. Başarı, kariyer, eğitim, entelektüel kültür, sosyal adalet ve siyasetle yakından ilgilidir.
Artemis Kadını; yabanıl doğa tanrıçası tarafından yönetilir; pratik ve atletiktir. Macerayı, fiziksel kültürü, yalnızlığı, doğada bulunmayı ve açık havayı, hayvanları sever. Çevrenin korunması, alternatif yaşam biçimleri ve kadın toplulukları ile ilgilenir.
Afrodit Kadını; aşk tanrıçası tarafından yönetilir. Temel ilgi alanları ilişkiler, aşk, cinsellik, çekici ve bakımlı olmak, romantizm, sanatsal ilham ve güzelliktir.
Hera Kadını; gökyüzü kraliçesi tarafından yönetilir. Evlilikle, erkeklerle olan birlikteliklerle, ayrıca kadının lider ve kural koyucu olduğu her yerde kudret ile alakalı meselelerle ilgilenir.
Persefon Kadını, ötealem tanrıçası tarafından yönetilir. Medyumluğa yatkındır, ruhlar alemiyle, okült kavram ve bilgilerle, sezgisel, düşsel ve mistik deneyimlerle, ölümle alakalı konularla ilgilidir.
Demeter Kadını, ekin tanrıçası tarafından yönetilir. Verimliliği, beslemeyi ve çocukları seven, annelik meziyetlerine sahip bir kadındır. Çocuk sahibi olmanın, doğurganlığın, kadına özgü döngülerin bütün yönleriyle ilgilidir.                                                                                                                                                                                                           
“Her kompleksin özünde bir tanrı veya tanrıça vardır.” Carl Gustav Jung

Hayatımızda bir tanrıça enerjisi ortaya çıktığında yaptığımız her şeyin altüst olduğunu görürüz. Filmde bu tanrıça enerjilerinin yer değiştirmesi ile hayatımızda oluşan derin değişimlere ışık tutuyor. Athena’nın etkisinde tutkuyla “öteki” üzerine felsefe doktorası yapan Barbara, Afrodit’in hayatına girmesiyle aniden çılgınca aşık oluyor. Tez danışmanıyla tarih netleştirirken Demeter’in görevi devralması ile hamile kalıyor ve kendini “Anne” arketipinin içinde buluyor. Filmin sonuna doğru “Hera” devreye giriyor ve çocuğunun birde babası olduğunu hatırlıyor. Onu suçlamak veya kavga etmek yerine adamın kendi içindeki dişi enerji ile buluşmasına izin veriyor ve nihayet aile oluyorlar. Davranış ve eğilimlerdeki bu ani dalgalanmalar veya radikal değişimlerin arkasında her zaman yeni bir tanrıça enerjisi vardır.

Elbette bu tanrıça enerjileri her zaman birbiriyle uyumlu olmuyor. Mesela Hera tamamen evlilikle ve erk sahibi eşiyle eşit ilişki peşindeyken, Afrodit’in aşk maceraları nedeniyle sürekli mahcubiyet duyar. Athena tipinde bir kariyer kadını da hamileliğin ve eve kapanıp çocuk büyütmenin düşüncesinden bile ıstırap duyacaktır. İçinizde tek bir tanrıçanın baskın olmasına izin vermek kolaydır. Ancak bunu yaptığınızda “nevrotik” bir hal alırsınız. O zaman arşetipsel kompleksin “bölücülüğüne” yakalanırsınız.

Bir kadın, hiçbir meslekte çalışmayarak (Athena’yı dışlar), cinselliğine önem vermeyerek (Afrodit’i göz ardı eder), ya da içsel dünyasına hiç yönelmeyerek (Persefon’u inkar eder), sadece aile reisi konumuna (Hera) sıkışıp kalabilir. Aynı şekilde erkekler entelektüel kadınlardan (Athena) kaçar, anaç ruhlu (Demeter) ya da güçlü kadınlardan (Hera) uzak durarak, sadece çekici cinsel partner arayışında Afrodit’e nevrotik bir bağlanma tuzağına düşebilirler.

İçimizdeki tipolojilere kulak vermeye ve onların başkalarının içinde de fark etmeye yönelik ihtiyacımız çok büyüktür. Her tipolojinin anlatılacak bir hikayesi, size yapacağı bir katkı, aktaracağı bir bilgelik vardır. Afrodit aşk için her şeyi riske atarken, Hera evliliğinin yıkılmasından korkar. Demeter çocuklardan büyük mutluluk duyarken, Persefon içe yönelmeyi tercih eder. Athena artan hareketliliğin arayışındayken, Artemis ormanların içindeki evini özler.

Dolayısıyla içinizdeki bu özel enerjileri tanıyıp yönlendirebilirseniz elde edeceğiniz zenginlik paha biçilemez olacaktır. Çünkü her biri diğerinin bilmediği bir şeyler biliyor.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Geceyarısından Önce

Dün Before Sunrise ve Before Sunset’in ardından üçlemeyi tamamlayan  “Before Midnight / Geceyarısından Önce” yi izledik.  Diğer iki filmde olduğu gibi bu filmde de öne çıkan şey yönetmenin basit ve doğal diyaloglarla ilerleyerek, samimi bir akıcılıkla analizler yapması. İzleyenler bilir, ilk filmde trende, Celine ve Jesse'nin yolu kesişmiş ve ikilinin ağzından şu diyalog dökülmüştü.

      -  Hiç çiftlerin yaşlandıkça birbirlerini duyma yetilerini kaybettiklerini duymuş muydun?
      - Hayır.
      - Erkekler tiz sesleri, kadınlar da pes sesleri duyma yetilerini kaybediyorlarmış. Birbirlerini etkisiz kılıyorlar herhalde.
      - Herhalde. Doğa, çiftlerin birbirlerini öldürmeden birlikte yaşlanmalarını bu şekilde sağlıyordur.


İşte üçüncü filmde önceliklerin farklılaşmasıyla, Before Sunrise ve Before Sunset’deki romantikliğin ardından, gece yarısının tüm çıplaklığı ortaya çıkmış. Ruhsal olarak da tümüyle çıplak kalınmış. Üçlemenin en gerçekçi olanı, hayatın içinde ki asıl dramları basit bir dille ama oldukça açıkça işlemiş. Çiftin arasındaki tartışmalar çoğalmış, kırgınlıklar artmıştır.

Filmin son bölümünde tipik bir karı-koca kavgası var. Kadın bir ara diyor ki;
“Bir yere mi gidiyoruz, sen kendi eşyalarını topluyorsun, ben kalan her şeyi.” ve ekliyor. “Siz erkeklerde neyi seviyorum biliyor musun? Hala sihre inanıyorsunuz. Küçük periler çorapları topluyor, küçük periler bulaşık makinesini boşaltıyor, küçük periler çocuklara güneş kremi sürüyor. Küçük periler yemek pişiriyor. Küçük periler, küçük periler.”

Ekleyeyim, bence alışverişi de onlar yapıyor. Bu nedenle de akşam işten eve yorgun geldiğimizde şımartılması gerekenin kendimiz olduğunu düşünüyoruz. Kadınlar bütün gün evde ne yapıyor olabilir ki? Baksanıza bütün işleri küçük periler yapıyor.

Evet, itiraf ediyorum. Biz erkekler o küçük perilere hala inanıyoruz.

Nerede gerçekten o mantıklı, akılcı, gerçekçi erkek? Kazandığı para yaşadığı hayata yetmediğinde, çocukların sorumluluğunu paylaşmak gerektiğinde, hayat elimizden bir kelebek gibi uçup giderken televizyonun mu, bilgisayarın mı yoksa telefonun mu arkasında saklanıyoruz? Hayat hiçte teoride ki gibi ilerlemiyor. Biz erkekler o küçük perilere hala inanıyoruz da, üç kuruşu otuz kuruş gibi harcayabilen evimizdeki gerçek simyacıyı gözden kaçırıyor, ona teşekkür etmeyi ihmal ediyoruz.

Yine sona doğru Jesse'nin en az eşi kadar tükenmiş ve kırılmış olsa da, gönlünü almak için yaratıcı bir şekilde çabalaması, tüm çiftlere çok iyi bir örnek. “Gelecek regresyonu yaptığımız kişiler için çok tanıdık gelmiştir.”

Burada filmin sonunda Jesse'nin sözleri etkileyici;

“Bir sürü saçmalığına katlanıyorum. Ama her seferinde köpek gibi geri geleceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Gerçek aşkı mı istiyorsun? İşte bu o. Bu gerçek hayat, kusursuz değil ama gerçek. Eğer bunu göremiyorsan körsün demektir. Ve pes ederim.”

Neyse ki Celine'de de, tüm idealizmi kızgınlığını uzun süreyle sürdürme eğilimi olsa da, ilişkiyi toparlama isteği ağır basıyor. Elbette kestirip atmak her zaman en kolayı, zor olan toparlamak, o an o güce sahip olabilmek.

Tüm kadınlara en derin saygılarımla. Bu dünya sizinle çok daha güzel!...

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL

PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

28 Nisan 2017 Cuma

Kahramanın Sonsuz Yolculuğu

Bu hafta “Yüzüklerin Efendisi” ni izledik. Üçlemenin ilk filmi olan “Yüzük Kardeşliği”, Hobbit diyarı Shire'da başlıyor, Orta Dünya'nın kuzeybatısına kadar uzanıyordu. Elf diyarı Ayrıkvadi’de, yüzük taşıyıcısı Frodo Baggins (Yetim), Samwise "Sam"(Hizmetkar), Merry ve Pippin(Gezgin)'in yanı sıra, hobbitlerin müttefikleri ve yol arkadaşları olan (Savaşçılar) Kuzey Kolcusu Aragorn, Gondor Kumandanı Boromir, Cüce Gimli, Elf prensi Legolas ve (Büyücü)Gandalf'tan kurulan “Yüzük Kardeşliği”nin görevi “Güç Yüzüğü”nü dövüldüğü Mordor’a götürüp ateşe atarak yok etmekti.

Kolektif bilinçaltını oluşturan öğelere arketipler dendiğini gölge arketipi üzerinden geçenlerde konuşmuştuk. Bu hafta film üzerinden, kahramanın yolculuğu ve bu yolculuktaki 6 arketipi inceledik.
Mitler üzerine araştırmalar yapan Joseph Campell’in kitabı Bin Yüzlü Kahraman (1949), kadim uygarlıkların oluşturduğu efsanelerin analizini yapar. Kültürler arasında aşılamaz uzaklıklar olsa da, bazı ortak temalara dikkat çeker. Kahraman bütün anlatılarda, dışsal bir yolculuğa çıkar, çeşitli mücadelelerden geçer ve sonunda olgunlaşarak evine döner. 

Hepimizin içinde muazzam bir zenginlik var; bu ona eriştiğimizde hayatta daha büyük başarı ve doyum elde etmemize yardımcı olabilecek bir potansiyeldir. Bazen gruplar insanların cesaretlerini kırıp kendilerini ciddiye almalarını engelleyebilirler. Çünkü gruplar içlerindeki dayanışmayı korumaya çalışırlar. Burada asıl korkulan kahramanca yolculuğun bireyselliği desteklemesidir. Tüm kişisel gelişim çalışmaları özde bizi bu yolculuğa zorladığından, bu tür çalışmalara katılan ya da bireysel destek alan insanlar gruplar tarafından aşağılanırlar. Oysa gelişen insanlar grubun ortak zekasını yukarıya taşıyarak grubun evrilmesine yol açacaklardır.

Masumiyet
Hepimiz bebekliğimize masum olarak başlarız. Çok geçmeden masumiyetten kovuluruz ki, daha sonra ona gelişmiş olarak geri dönebilelim. Masumiyet doğru zamanda, doğru şeyin karşınıza çıkacağına inanıp, onu beklemektir.

Yetimlik
Sürekli eksikliğimiz hatırlatılmış, kendimizi yetersiz ve değersiz hissettirilmişsek, hayatta hiçbir zaman iyi şeyleri hak etmeyeceğimize inandırıldıysak, anlayın ki yetim arketipimiz beslenmiş. Yetim aşamasını aşabilmek için, önce onun tam olarak içine girmeli, acılarımız ve umutsuzluğumuz ile yüzleşmeliyiz. Kendi yaraları üzerinde çalışmayan, onları kabul edip paylaşma cesareti gösteremeyenler başkalarına asla öğüt vermemelidir. Kimse mükemmel değil. Hepimiz daha büyük bir pazılın parçalarıyız.

Gezgin
Gezgin ruhlular başkaları ne düşünecek diye endişelenmektense, kendi doğasını keşfetme yolunda ilerler ve sonunda yepyeni bilgilerle geri dönerler. Unutmayın gezgin yolculukları bulaşıcıdır.

Savaşçı
Savaşçı bize bu dünyada gücümüze sahip çıkmayı ve kimliğimizi öne sürmeyi öğretir. Savaşçı arketipi ancak dengeli bir bilinçle bütünleştiğinde, hırstan çok sevgiyle ilgili olmaya başlar.

Hizmetkar – Fedakar
Hemen herkes almaktan hoşlandığı şeyi verir, diğer kişinin farklı taleplerini göremez. Fedakarlığın dönüştürücü olabilmesi için alınıp kabul edilmesi gerekir. Vermek, verdiğiniz şey alınmadığı sürece dönüşüm yaratıcı olmaz.

Masum
Artık yoğun biçimde gerçek huzur ve doyum anları yaşamaya başladıysanız geri dönüşe hazırsınız demektir. Artık çocuksu bağımlılıklarımızdan kurtulmuşuzdur. Bilge masum yaşamımızı başımıza gelen şeyin değil, başımıza gelen şey hakkında ne düşündüğümüzün tanımladığını bilir.

Büyücü
Büyücü arketipi varoluşsal seçimin sorumluluğunu üstlenmenize yardımcı olur. Eğer dünyayı değiştirmek istiyorsak, işe kendimizden başlamalıyız. Büyücü arketipi yaşamınızda aktive olduğunda, dünyada bir fark yaratmak için içsel bir çağrı alırsınız. Artık kaderinizin direksiyonuna “siz” geçmeli ve işe bu dünyada sizi en çok rahatsız eden şeyle başlamalısınız.

“Benzemeyenler bir araya gelir ve farklardan en güzel uyum doğar ve her şey çatışmayla ortaya çıkar.” Herakleitos


Filmi bu gözle izlediğinizde aslında fantastik bir hikaye değil de, bizim varoluşsal öykümüzün aktarıldığını anlamak hiçte zor değil.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

19 Nisan 2017 Çarşamba

Carl Gustav Jung ve Gölge Etkisi

Psikanaliz alanındaki çalışmalarıyla bir asra damgasını vuran Freud terapinin amacının bilinçaltını bilinçli hale getirmek söylemişti. Ve bir teorisyen olarak bunu çalışmalarının baş hedefi yaptı. Genç çalışma arkadaşlarından Carl Gustav Jung ise içimizdeki bu uzayı araştırmayı hayatının ve çalışmalarının amacı yapacaktı. Jung, Freudyen teoriyle güçlenmiş temelinin yanında mitoloji, din ve felsefe alanlarında derin bir bilgiye sahipti. Özellikle Siyonizm, Kimya, Kabala ve Hinduizm ve Budizm’deki benzerleri  gibi karmaşık mistik geleneklerin sembollemeleri konusunda oldukça bilgiliydi.
Jung ayrıca rüyalar ve zaman zaman görüntülerle ileriyi algılama kapasitesine sahipti. Jung bir bağlantı olduğunu hissetti; bir birey olarak kendisi ve genel anlamda insanlık arasında açıklanamayan bir tür bağlantı vardı. Jung ölüler ile ilgili de pek çok rüya gördü; ölüler, ölülerin toprakları ve ölülerin yükselişi hakkında. Eğer mitolojiyi, geçmişi yeniden anımsayabilirsek, bu hayaletleri de anlayabilecek, ölülerden huzursuz olmayacak ve zihinsel hastalıklarımızı iyileştirebilecektik.
Jung’un teorisi, insan zihnini 3 bölüme ayırır. Bunlardan ilki Jung’un “bilinçli akıl” olarak tanımladığı ego’dur. Bununla yakından bağlantılı ikinci bölüm ise “kişisel bilinçaltı”dır ve o an için bilinç düzeyinde olmayan ama bilinç düzeyine çıkabilecek, akla kolayca getirilebilecek her şeyi içerir. Jung’un insan zihni hakkındaki teorisine eklediği üçüncü bölüm “kollektif bilinçaltı”dır. Bunu ruhsal kalıtım olarak da adlandırabiliriz. Hepimiz bu bilgiyle doğarız. Burası tüm deneyimlerimizi ve davranışlarımızı etkiler, en çok da duygusal olanları. Fakat biz bunu ancak dolaylı olarak, etkilerini görerek anlayabiliriz. İlk görüşte aşk, deja vu (o anı daha önce yaşamışsınız hissi) ve birtakım sembolleri ve bazı mitlerin anlamını hemen fark etme gibi deneyimlerin tümü dış gerçekliğimizin kolektif bilinçaltıyla ani kesişimi olarak düşünülebilir.


Kolektif bilinçaltını oluşturan öğelere “arketipler –modeller” adı verilir. Bir arketip uzaydaki bir kara deliğe benzer; orada olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde anlayabilirsiniz.
Deneyimlerinin kendilerini kişileştirme eğiliminde olduklarını gören Jung, bu keşfinin sonunda yaşlı bir bilgin ve onun yanındaki küçük bir kızla karşılaşmıştır. “Yaşlı bilgin” bir dizi rüyadan sonra bir tür “ruhsal rehber” haline dönüşmüş; küçük kız ise dişi ruh “anima”yı temsil ederek onun bilinçaltının derinlikleriyle iletişime geçmesinde temel araç olmuştur.  Jung’un anlatımıyla bilinçaltının kapısında derimsi kahverengi bir cüce bekliyordu. Bu, Jung’un egosunun ilkel yoldaşı “gölge” idi.
Gölge Arketipi
Gerçekte gölgenin bir etiği yoktur; iyi ya da kötü değildir, tıpkı hayvanlardaki gibi. Gölgenin sembolleri yılan, ejderha, canavarlar ve şeytanlardır. Gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su dolu bir havuzun; kolektif bilincin girişinde bizi bekler. Bir daha rüyanızda şeytanla mücadele ettiğinizi gördüğünüzde fark edeceksinizdir ki, mücadele ettiğiniz yalnızca kendinizdir.
Jung hakkında söylenecek şeyler bir yazıya elbette sığmaz. Umarım dün birlikte izlediğimiz Debbie Ford’un hazırladığı, Jung'un “Gölge” arketipine dayanan ve bu arketipin, çevreninde etkisiyle tamamlanmasıyla, kişinin yaşamı üzerinde nasıl karanlık bulutlar gibi dolaşmaya başladığını, birçok değerli bilim adamı ve yazarın yorumlarıyla destekleyerek anlattığı sıra dışı belgesel "The Shadow Effect - Gölge Etkisi" hakkında akılda kalıcı bir şeyler aktarabilmişimdir.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimleri Uzmanı/Regresyon Psikoloğu