9 Mayıs 2018 Çarşamba

Berlin Üzerine Gökyüzü


“Yeni Alman Sineması” akımının en önemli yönetmenlerinden Wim Wenders için, Alman sinemasının özüne fotoğrafın “aurasını” yerleştiren yönetmen deniyor. Görüntüleriyle o kadar  çok şey anlatmayı başarıyor ki, “zamanı görüntü ile yazabilen” yönetmen diye anılıyor. Bu tekniğiyle izleyiciler üzerinde olağanüstü bir etki bırakan Wenders, “manzara artık sadece hikayenin içinde geçtiği arka plan olmaktan çıktı.Manzara bir dekor değil, bir anlatıcı oldu.” diyor.

Bu tekniğini; yabancılaşma, yalnızlık, yolculuk (çoğunlukla içsel yolculuk)  gibi konularla birleştirmeyi tercih eden yönetmenin “Arzunun Kanatları - Wings of Desire” (Berlin Üzerine Gökyüzü) filmi, sinemasının bütün özelliklerini içinde taşıması bakımından onu en iyi anlatan filmlerin başında geliyor. Yapım şirketi “Berlin Road Movies”, Zülfü Livaneli'nin “Yer demir, Gök bakır” filminin de yapımcısıymış. Filmde fonda bazen Livaneli ezgileri duymamız bundanmış.

Berlin Üzerine Gökyüzü, ölümsüzlükten ve sonsuzluktan sıkılmış iki yalnız meleğin gözünden bütün Berlin’i ve Berlin’deki insanların yaşamlarını anlatıyor. Melekler etrafta gezinirken biz de onların kulaklarından insanların sorunlarını dinliyoruz.

Harika bir şiirle başlıyor;
“çocuk, çocukken; kollarını sallayarak yürürdü.
 derenin ırmak olmasını isterdi, ırmağın da sel ve su birikintisinin de deniz olmasını.
çocuk çocukken; çocuk olduğunu bilmezdi.
her şey yaşam doluydu ve tüm yaşam birdi.
çocuk çocukken, hiçbir şey hakkında fikri yoktu.
ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi.”

Çocuk, saflığın sembolü Damien’e göre. Bu saflıkları aynı zamanda dünyayı anlamayı, görünenin arkasına bakmayı ve o büyülü gerçeği görmelerini de sağlıyor. O yüzden ki sadece çocuklar melekleri görebiliyor. Ve çocuklar sorulamayanı soruyor; Ben neden benim, neden buradayım orada değilim? Zaman ne zaman başladı, uzayın sonu neresidir?

Melek Damiel var olmaya duyduğu derin tutkuyu;
“Kağıt oynanan bir masaya oturmak, selamlanmak. Bir baş işareti yeter. Şimdiye kadar katılmış olsak da göstermelikti. Sonra göstermelik olarak balık tuttuk. Hemen bir çocuk yapıp ağaç dikmek istiyorum demiyorum, ama uzun bir günden sonra eve gelip kediyi beslemek güzel olurdu. Ateşinin çıkması, gazeteden parmaklarının boyanması, sadece ruhsal olarak değil, gerçek bir yemekle beslenmek. Yalan söylemek, istediğin kadar...”
diye anlatırken sahip olmadığımız neden bahsediyor?

Sonra sirkte çalışan Marion’un varoluşsal problemine onun gözünden şahit oluyoruz.
“Zaman her şeyin ilacıdır, fakat ya zaman hastalığın kendisiyse?
Her şey öylesine boş, uyumsuz ki… Boşluk, korku… Korku… Korku… Ormanda kaybolmuş bir hayvan gibi… Kimsin sen, artık bilmiyorum.
…Berlin… Burada bir yabancıyım, ancak çok tanıdık geliyor.”


Trafik kazası geçiren adamda olduğu gibi, ölmeden önce hayatımız bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiyor olabilir. Ama belki o anda bu anları, başımızı okşayan bir melek hatırlatıyordur.

Ve o son sahnede ki muhteşem buluşmada, hayatı boyunca gerçek aşkı kovalayan Marion;
“Bir kez olsun ciddi olmalı. Çok yalnızdım ama hiç tek başıma yaşamadım... Bu insanlar benim ailemdi, ama başkaları da olabilirdi… Taksi şoförünün kızı benim arkadaşımdı, ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim? Bana ister bak ister bakma, ister elini ver ister verme... Hiç yalnız kalmadım, ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken. Aslında artık yalnız olmak isterdim, çünkü yalnızlık şu demektir; artık bir bütün... İkimiz iki kişi olmaktan da öteyiz, bir şeyleri oluşturuyoruz. İkimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye, erkeğin ve kadının hikayesi. Dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm; kocamı. Ben bir tek onunla yalnız olabilirim. Biliyorum o sensin...” diyor. En azından sonu 10 yıl sonra çekilen benzeri “Melekler Şehri” kadar umutsuz bitmiyor.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu



7 Mart 2018 Çarşamba

mother!

Bu hafta Sinema Salısı’nda sarsıcı metaforlarla dolu, bol sembol okumalı, durdurup durdurup üzerine konuştuğumuz bir film vardı. Pi, Requiem For A Dream, The Fountain ve Black Swan gibi filmlerin yönetmeni Darren Aronofsky’nin son filmi “mother!”

İnsanı aptal yerine koyan, zekasını küçümseyen ve her şeyi açıklamaya çalışan filmlerdense alegorik anlatımları severim.
(Alegori; bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır. Soyut bir düşünceyi heykel ya da resim ile göstermek, örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla (Themis) anlatılması gibi.)

Jennifer Lawrence'ın karakteri Doğa Ana'yı, Javier Bardem Yaratıcıyı, Ed Harris ve Michelle Pfeiffer'ın karakterleri Adem ile Havva'yı temsil ediyor. Eve sonradan gelen ve miras kavgasına giren iki erkek ise onların oğulları, Habil ile Kabil'i, doğan bebek ise İsa'yı temsil ediyor. “Yaratılış Kitabı” nın modern bir yorumu aslında. Dinler tarihine özel bir ilginiz yoksa Tevrat ve İncil göndermesi yapan metaforları takip etmek zorlaşabilir.

Yerdeki kanın silinmesine rağmen, yeri delip bodrumdaki ampulü patlatması, işlenen günahın sürekliliğini, çocuğunu kaybeden annenin sevgiyle çarpan kalbinin acıyla yanması ve kristale dönüşmesi Doğa Ana’nın afetlerle kendini yenilemesini sembolize ediyor. Çözülemeyen fenomen J Lawrence'ın içtiği sarı sıvı ise Amerika’nın ilk feminist yazarı Charlotte Perkins Gillman’ın  "Sarı Duvar Kağıdı" adlı öyküsüne gönderme.

Film insanların dünyaya nasıl kötü davrandığını ve Yaratıcının da “kan döküp, fesat çıkarmasına” rağmen insanları affederken, kendisini karşılıksız seven ve her şeyini vermeye hazır olan Doğa Ana’yı sürekli ihmal etmesini anlatıyor.

mother!’da bir yandan insanın Doğa Ana üzerindeki yıkıcı, anarşist etkisi ve Doğa Ana’nın uğradığı mahremiyet ihlali, bunu koruyabilmek için gösterdiği samimi çabaya onun gözlerinden tanık oluyorsunuz, bir yandan da Yaratıcı’nın bu kaostan nasıl beslendiğini, üretime geçtiğini, kitaplarını yazıp insanlara ulaştığını ve okurlarının şuursuz bir inançla ona doğru nasıl aktığını izliyorsunuz.

 “Yıkıcı tutku, aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur.” der Bakunin

Aronofsky’nin kahraman olarak kadın karakteri seçmesi, aslında güçsüz ve kaosa meyilli bilinmeye, sevilmeye ihtiyaç duyan eril Yaratıcıyı değil; karşılıksız veren, emniyet ve güven odaklı dişil Doğa Ana’yı tercih ettiğinin göstergesi.

Sevgiyle ve Aşkla kalın,                                                                                                                            Kartal ÖZAL                                                                                                                                            PDR/Davranış Bilimleri Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

22 Şubat 2018 Perşembe

On temel "iyi anne" mesajı


Terapist - Yazar Jasmin Lee Cori’nin “Var’olan Annenin Yok’luğu” kitabından on temel “İyi Anne” mesajını paylaşacağımı söylemiştim. Hadi biraz inceleyelim. Bakalım “İyi Anne” mesajı olduğunda veya olmadığında neler oluyormuş.

1.Burada olduğun için mutluyum: Bir çocuğun daha anne karnından itibaren duyması gereken ilk mesaj budur. Bu mesaj bebeğe değerli ve istenen biri olduğunu hatırlatır.

Bu mesaj alamazsak “Belki de burada olmamalıyım. Burada istenmiyorum.” sonucunu çıkarabiliriz.

2.Seni görüyorum, sen gerçeksin: Bir anne bu duyguyu uyumlanıp, çocuğuna ayna olarak verebilir. Annenin en önemli rollerinden biri yansıtıcı olabilmesidir. Örneğin neyi sevdiğini, neye önem verdiğini bilir. Alışkanlıklarına değer verir. Böylelikle çocukta kendisini tanıyacaktır.

Eğer anne tarafından görülmediğimizi hissedersek, “görünmez olduğumuz ve gerçekte var olmadığımızı” düşünebiliriz. Bu bizim aşk, kariyer, arkadaşlıklar gibi alanlarda fark edilebilmek için kendi kimliğimizi feda edebilmemize yol açar. Kötü alışkanlıklar veya arkadaşlıklarda kaybolup annemizin bizi yeniden bulma çabasına girmesini umabiliriz.

3. Benim için özelsin: Bu mesaj çocuğa olduğu tüm haliyle kabul edildiğini hissettirir. O zaman bebek kendisini başkalarıyla yarışırken bulmaz.

Eğer olduğumuz gibi kabul edilmezsek, kabul edileceğimiz kişi olmak için kendimizden ödün veririz. Bu bizim sadece onaylanma ihtiyacı için kendi yaşamımızdan vazgeçmemiz anlamına gelir.

4. Sana saygı duyuyorum: Bir anne bu mesajı çocuğunun kararlarını, seçimlerini kabul ettiğini, onun eşsizliğini desteklemek için kullanmalıdır. İçten bir şekilde kendisine saygı duyulduğunu ve sevildiğini hisseden çocuk, ailesini taklit etmek ve kopyalamaktansa yeni şeyler keşfetmek için teşvik olur.

Eğer bize saygı duyulmadığını hissedersek, öz değerimizi kaybederiz. Bu durum değersizlik duygumuzun temelini oluşturabilir. Böylelikle kendi ayaklarımız üzerinde durmaktansa, başkalarına bağımlı kişiliklere dönüşebiliriz.

5.Seni seviyorum: Sevgiyi ifade etmenin en etkili yolu, sadece söylemek değil, dokunuşlar, yüz ifadesi, gösterilen özenle desteklenmesidir.

Yeterli sevgi akışı olmadığında, “Başkalarının istediği gibi biri olursam sevilirim” gibi yanlış bir inanç kalıbı geliştirebiliriz.

6.İhtiyaçların benim için önemli. Benden yardım isteyebilirsin: Bu bir öncelik duygusunu ifade eder. Bu çocuğa ihtiyaçlarını benden saklamak ve onları kendi başına karşılamaya çalışmak zorunda değilsin demektir. Bazen “Her şey yoluna girecek” diyen bir anne gerçek bir sığınak olabilir.

Annenin bizim ihtiyaçlarımızı karşılamayı istemediğini hissedersek, “İhtiyaçlarım başkaları için yük, ihtiyaçlarım öncelikli olmamalı” kanaatine kapılabiliriz. Bu derin bir yalnızlık getirir.

7. Buradayım. Sana zaman ayırırım: Bu bir rahatlık ve güven hissi sağlar. “Hayatın boyunca var olacağım.” demektir. Bu ayrıca annenin destek olabildiğini gösterir. “Yapabilirsin. Arkandayım.” sözleriyle öz değerimizi yükseltebilir.

Eğer anneden bu konuda desteklenmezsek, kimsenin bize gerçekten değer vermeyeceği düşüncesini geliştirebiliriz. Bu yetişkinlikte yuva algısı oluşturmakta sıkıntı çekmemize neden olabilir.

8. Seni güvende tutarım: Güvende olmak hissi bir çocuk için dışa yönelmenin ve rahatlamanın temel unsurudur. Çünkü arkasındaki anne bir “ilk müdahaleci” dir. Koruyucu kalkanı bizim kendimiz olmamızı sağlar.

Güvende hissetmezse dünyanın içine kendisini bırakmaz, kendisini ve dünyayı keşfedemez. Böylelikle yaşam amacından da uzaklaşmış olur. O zaman içe döner ve savunmacı bir kişilik geliştirir. Korunma hissi olmazsa, yaşam karşısında kendimizi ezik hissederiz. Bu bizi kabuğumuzda saklanmaya iter. Beyaz atlı prensi bekleyerek bütün bir ömrü harcayabiliriz.

9. Bende huzur bulabilirsin: Birincisi, korunaklı bir alanı işaret eder. İkincisi annenin ulaşılır olduğunu gösterir. Herkes oynamak zorunda olmadığı, kendi gibi olmaktan çekinmediği bir yere ihtiyaç duyar. Bu kişilerde sağlıklı bir “ait olma” duygusu geliştirir.

Anne ile olmak sürekli diken üstünde olmak, eleştirilmek ve yargılanmak durumuna dönüşürse, bu bizi çok yanlış eş veya yaşam seçimlerine götürebilir. Dahası artık dönebileceğimiz bir anne kucağı da olmadığından partnerimizin insafına kendimizi bırakabiliriz.

10. Senden hoşlanıyorum. İçimi aydınlatıyorsun: Sadece saygı duyulmak değil, çevremizdekilerin bizim varlığımızdan keyif aldığını göstermesi, bizimde tüm ışığımızın ortaya çıkmasına neden olur. Küçükken harika yaptığınız şeylerde nasılda desteklendiğinizi hatırlayın.

Eğer bu duyguyu alamazsak kendimiz sabote etmemiz kaçınılmazdır. Artık ışığımız parlamayacağından, sadece başkalarının manipülasyonlarıyla ilerler, asla kendimize güvenemeyiz.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

20 Şubat 2018 Salı

Var'olan Annenin Yok'luğu


Bu kitabın ismini bir danışanım verdi. Şu anda basımı tükenmiş, ancak ne yapıp edip buldum. Terapist - Yazar Jasmin Lee Cori’nin uzmanlık alanı “Çocukluk döneminde kötü muamele görmüş veya ihmal edilmiş yetişkinler.” Kitap beni hızla içine çekti, belki ilerde bir seminer içeriği bile oluşturabilir.

Sizinle içindeki bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum. Yazar, açılışta bir şiirle girmiş.

Anne, Neredeydin?
İlk adımlarım uçabileceğini gören yavru bir kuş gibi, mest olmuş halde,
Arkama baktığımda gülüşüm yüzümde dondu
Seni bulamadım,                                                                           Anne, neredeydin?
Okulun ilk gününde tangır tungur bir otobüste,
Yabancı bir yere giderken,
Çocuklar bağrışıp büyükler birbirleriyle arkadaşlık ederken,                                               
Bütün dünya bana yabancıydı,
Anne, neredeydin?                                                                                                                    
(...)                                                                                                                                       
 Baktın ama beni görmedin,
Sıcaklığın küçük kız kalbime hiç ulaşmadı,
Neden birbirimizi kaybettik?                                                                                                         
Anne, neredeydin?

Regresyon terapisinde en çok üstünde durduğum konulardan biri anne karnı ve şimdiki yaşam travmalarıdır. Hayatımızda sadece birkaç deneyim annelerimizle kurduğumuz bağ kadar derindir. Bu duyguların kökeni çok derinlere inebiliyor. Buna Bonding İlişkisi diyoruz. 
“Bonding ilişkisi, anne ile çocuk arasındaki temasla kurulan ilişkidir. Döllenme ile başlayan ve anne karnında iken daha da gelişen “birbirine ait olma, bütün olma” duygusudur. Bu duygu bebeğe anneye karşı güven geliştirmesi konusunda yardımcı olurken, annesine de bebeğini anlaması ve ona yardımcı olması, yol gösterebilmesi konusunda “özgüven” kazandırır.” Aşağıdaki linki okuyabilirsiniz.

Anne, bebeğini sevgiyle kucağına aldığında, ilgiyle emzirdiğinde, annenin kalbiyle sütü birleşir. Bebekler dünyaya anneleriyle bağ kurma hevesi ve potansiyeli ile gelirler. Ancak anne duygusal olarak orada değilse, ilişkiyi kuramayan bebek ileride kendisini ilişkiler konusunda güvensiz, cesaretsiz veya bağımlı bir yetişkin olarak bulabilir.

Freudyen bir bakışla anne ve erkek çocuk arasında nispeten daha kuvvetli olan bağ, anneler ve kızları arasında tüm dünyada sıkıntılı olabiliyor. “Birçok terapi seansında defalarca karşılaştığımız durum ise, o ihmal edilmiş küçük kızın artık kendi yetişkinliği tarafından bile görmezden gelindiğidir.”
Peki neden kadınlar kendileri için iyileştirici olabilecek bir terapi seansında bile, çocukluğunu çalan anneyi korumaya çalışır? Ondan bahsederken suçlamaktan kaçınır. Aslında onu korurken, belki de bilinç altına attığı hayal kırıklığını, öfkesini, acısını korumaya alıyordur.

“Annenin duygusal olarak yokluğu hiçbir diğer travmaya benzemez. Çünkü dikkatli, sevecen, koruyucu ve ilgili bir annenin varlığı tüm diğer olumsuzlukların etkisini hafifletebilir.”

Kadınlar “İyi Anne”lik görmüşlerse kuşaktan kuşağa geçebilecek muhteşem bir değişimin öncüsü olabilirler. Yeni bebeği olan bir anneyseniz hiç durmayın ve onun kulağına fısıldayın “Burada olduğun için çok mutluyum.” Eğer ergen bir kız çocuğu sahibiyseniz sizi terslese de ona, “Sana saygı duyuyorum.” diye seslenin. Eğer bu kız artık bir yetişkinse, hala geç kalmış sayılmazsınız. Ona “İhtiyaçların benim için önemli, benden yardım isteyebilirsin.” diyebilirsiniz.

Not: Bir sonraki yazıda “İyi Anne” nin On temel mesajını paylaşacağım.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

3 Şubat 2018 Cumartesi

Uyanın ve ayağa kalkın

Son zamanlarda sıklıkla karşılaştığım bir soru var. Her şey şimdiki zamanda oluyor ise, geçmiş artık geride kalmış ve gelecek henüz gerçekleşmemiş ise “Dönüşümsel Regresyon veya Geçmiş Yaşam çalışmalarının bizim hayatımıza etkisi nedir?
Osho’nun bu konudaki görüşüyle açıklama getireyim.
Osho diyor ki; Karma’nın olaylara bakış açısı şudur. Hayatımızı etkileyen derindeki yaralar nereden geliyorlar? Gelecekten gelemezler, çünkü gelecek henüz gerçekleşmemiştir. Şimdiki zamandan gelemezler, çünkü henüz ne olduğunu bilemiyorsun.

“Şimdiki zamanı sadece uyanmış olanlar bilir.”

Dolayısıyla sen aslında zihinsel olarak sadece geçmişte yaşıyorsun, öyleyse geçmişinden bir yerlerden gelmek zorundalar. Yara hafızanda bir yerlerde olmalı. Geri git. Orada sadece bir tek yara değil, birkaç yara olabilir. Küçük, büyük yaralar. “Daha derine git ve ilk yarayı bul; öfkeni, acının, korkunun, endişenin, cesaretsizliğinin asıl kaynağını.” Denersen, bulabilirsin, çünkü oradadır. Bütün geçmişin oradadır. Tıpkı bir film rulosu gibi, yuvarlanmış içeride bekliyordur. Ruloyu aç ve filmi seyretmeye başla. 

Prati-prasay işlemi budur. “Kökteki nedene geri gitmek” anlamına gelir. Ve bu işlemin güzelliği şudur: Bilinçli olarak geri gidebilirsen, bilinçli olarak bir yarayı hissedebilirsen, yara anında iyileşir. 

Neden mi iyileşir? Çünkü yara bilinçsizlik, bilinmezlik tarafından yaratılmıştır. Yara, inkarın, uykunun bir parçasıdır. Bilinçli olarak geri gider ve yaraya bakarsan, “bilinç iyileştirici bir güç” haline gelir. “Geri gitmek, bilinçsiz olarak yaptığın şeylerin üzerine bilinçli olarak gitmek anlamına gelir.”

Sadece bilincin ışığı tüm yaraları iyileştirebilir. O iyileştirici bir güçtür. Bilinçli yapabildiğin her şey iyileştirebilir ve artık yaralar acımayacaktır.

“Geriye giden insan, geçmişi serbest bırakır.”

O zaman geçmiş artık çalışmıyordur; geçmiş artık onu sıkıca tutamıyordur ve geçmiş bitmiştir. Geçmişin artık varlığında bir yeri yoktur. Ve geçmişin varlığında bir yeri kalmadıktan sonra, artık şimdiki zamanda yaşayabilirsin, daha önce hiç olmadığı gibi.

Uyanın ve ayağa kalkın,
Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

31 Ocak 2018 Çarşamba

Bugün Aslında Dündü - Groundhog Day

Bu hafta Sinema Salısı’nda geçen hafta işlediğimiz “Şimdiki An’da kalmak” kavramı üzerine çekilmiş olan en iyi felsefik mizah filmlerinden birini izledik. Bill Murray’nin zamanda kapana kısılıp kaldığı kült komedi filmi “Bugün Aslında Dündü - Groundhog Day”

Film konusunu bu hafta cuma gününe denk gelen 2 Şubat tarihinde Pensilvanya Eyaletinde Groundhog Day , yani “Dağ sıçanı günü” adıyla kutlanan şenlikten alıyor. 

Folklorik hikayeye göre, eğer bir dağ sıçanı, 2 Şubat tarihinde kafasını topraktan çıkarıp göğe bakar ve havanın bulutlu olduğunu görürse, bahar beklenen daha erken gelirmiş. Lakin eğer dağ sıçanının karşılaştığı manzara, güneşli bir gün ise, ağır kış şartlarının o yıl ikinci defa yaşanacağına delaletmiş.

Harold Ramis‘in yönetmen koltuğunda olduğu, efsaneleşmiş bir komedi filmi “Groundhog Day”. BAFTA Jürisi tarafından, En İyi Özgün Senaryo dalında ödüllendirilen, Amerikan Ulusal Sinema Cemiyetinin, 20. yüzyılın en başarılı komedileri arasında gösterdiği film tam bir deha ürünü. Filozof Stanley Cavell’in, New York Times’ın “Sizce 20. yüzyılda çekilen ve bundan 100 yıl sonra izlenecek, tartışılacak ve hatırlanacak film nedir?” sorusuna “Bugün Aslında Dündü” yanıtını vermesi filmin ne kadar değerli bir bakış açısı aktardığını yeterince anlatıyor.

Film, “Groundhog Day” kutlamalarından bir gün önce başlıyor. Bill Murray’nin canlandırdığı aksi hava durumu sunucusu Phil Connor, küçük bir kasaba olan Punxsutawney‘e doğru yola çıkar, aynı gün kasaba yoğun bir tipi yaşanır. Sonraki gün, yani 2 Şubat sabahı, radyoda çalan Cher’in dünyaca ünlü şarkısı “I Got You Babe” ile uyanan Phil, başına geleceklerden habersizdir. Tipi sebebiyle kutlamaların iptal olduğunu öğrenip, kasaba sakinleriyle dalga geçen birkaç cümleden sonra, erken bir saatte yatağa döner. Uyandığında, radyoda aynı şarkının çaldığını duyarız. Phil, çok geçmeden 2 Şubatın tekrar yaşandığını fark eder. Kendisi, aynı günü arka arkaya yaşayacağı sonsuz bir döngünün içinde kapana kısılmıştır. Phil’in, bu döngüyü kırmak için izlemesi gereken yol, mizahın, günümüz dünyasında felsefenin ayakta kalan tek kalesi olduğunu kanıtlayan bir filmin ortaya çıkmasını sağlar.

“Farkında olmayan, bir uyurgezer gibi uyuyan sıradan bilinçler için geçmiş ve gelecek gerçektir, şimdiki zaman gerçek değildir. Sadece uyandığın zaman şimdiki zaman gerçek olacaktır. Geçmiş de gelecek de gerçek olmayacaktır.” OSHO

Osho’nun yukarıda bahsettiği “sadece uyanmış ruhlar için şimdiki zaman gerçektir” düşüncesi film içinde ana karakterin zamanın sonsuz döngüsü hapsolmasıyla hayat buluyor. Çünkü yaşanan her gün aslında onun için dündü. Yas döneminin döneminin 5 evresi üzerinden baktığımızda film daha ilginç hal alıyor. Yani inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Ana karakter böylece önce inkar, ardından hedonizme düşüp, sonrasında depresyona uzanıyor yolculuğu. Sonunda ancak kabullenme evresine gelince, hayatı değiştirmenin yolunun, kendisini değiştirmekten geçtiğini anlıyor. 

Farkındalıkla hareket ederek zamanın ona gösterdiklerini ezberlemeye ve insanlara yardımcı olmaya başlıyor. Günü kendisi için değil de başka insanlar için mucize gibi görünebilecek katkılar sağlayıp bir tür “süper kahraman” oluyor. Ne de olsa yaşanan günün senaryosu tamamen ezberinde. Bu eşsiz deneyimin içinden geçerken An’ların farkına varıyor. Geçen hafta konuşmuştuk, ancak bilinçli farkındalıkla geçmişe gider ve onu değiştirirseniz “geleceğinizi değiştirebilirsiniz”.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

24 Ocak 2018 Çarşamba

Hayatınızın Ana Amacı An'da Kalmak Olmalı

Dün akşam Salı Sineması’nda "Şimdinin Gücü" nün mistik yazarı, usta Eckhart Tolle'den harika bir konferans vardı. "Eckhart Tolle's Finding Your Life Purpose - Hayatınızın Amacını Bulun".
Genelde kitap okuma sırasında zihniniz bazen işinize gelmeyen şeylerde sizi bambaşka yerlere taşır. Ama bir film veya görseli hele de grupla birlikte izliyorsanız aksine sizi sürekli daha içine çeker, o zaman düşünceleriniz sizi sabote etmek yerine daha yaratıcı şekilde akmaya başlar.

“Zaman sadece bir illüzyondur” diyor Eckhart. Beynimiz lineer yani çizgisel algılamaya yatkın olduğu için her zaman geçmişi geride, geleceği ileride düşünür. Aslında zaman diye bir şey yoktur.

“Farkında olmayan, bir uyurgezer gibi uyuyan sıradan bilinçler için geçmiş ve gelecek gerçektir, şimdiki zaman gerçek değildir. Sadece uyandığın zaman şimdiki zaman gerçek olacaktır. Geçmiş de gelecek de gerçek olmayacaktır.” OSHO

Bir çocuk doğduğunda ilk olarak farkına vardığı kendisi değil “diğeridir”. Çünkü gözleri dışarıyı görür, elleri diğerlerine dokunur, kulakları başkasını işitir, burnu dışarıyı koklar. Tüm duyuları içe değil, dışa dönüktür. Doğmanın anlamı budur. Doğum “ego” ile başlar ama ego ile sürdürmemek tamamen sizin seçiminizdir. Ölüm yaşamın değil, doğumun karşıtıdır. Yaşamın karşıtı yoktur çünkü yaşayan bir daha yok olmaz.

“İnsan dışa doğar, içe büyür!” Hz.Mevlana

“Ben kendini geçici olarak bu bedende deneyimleyen Evren’im! Evren kendini miltonlarca yaşam formuyla deneyimler” diyor. İslam felsefesinde de “Tanrı bizi kendi suretinden yarattı” hadisine dair yorumlar yok mudur?

“Geçmiş, şimdiki zamanı etkilemekten acizdir. Sıkıntı, kızgınlık, üzüntü ya da korku size “ait” ve kişisel değil. Hepsi, insan zihninin bir ürünüdür. Gelip geçiciler ve gelip geçen hiçbir şey size ait olamaz. Bazı değişiklikler ilk bakışta olumsuz görünse de bir süre sonra hayatınızdaki yeni alanda, yeni bir şeyler yarattığınızı fark edebilirsiniz. Mutsuzluğun temel nedeni içinde olduğunuz durum değil, bu durum hakkındaki düşüncelerinizdir. Kendinizi düşüncelerinizin sonucu olan bir Varlık, zihinsel gürültünün sonucu olan sessizlik, acının sonucu olan sevgi ve neşe olarak düşünün. Böylece özgürlüğe ve aydınlanmaya ulaşırsınız.” Eckhart Tolle


Ruhsallığa önem vermek, inançlarınızla veya bilinç durumunuzla ilgili değildir.  Önce kabullenin, sonra harekete geçin. Şimdiki zaman ne barındırıyorsa, sanki bu sizin seçiminizmiş gibi kabul edin. Her zaman şimdi için çalışın, ona karşı değil. İyi olmaya çalışarak iyi bir insan olamazsınız. Zaten içinizde olan iyiliği bulup, ortaya çıkmasına izin vermelisiniz. Ancak bu iyilik, sadece bilinç durumunuzda önemli bir değişiklik olduğunda ortaya çıkar. “Kafanızın içindeki ses”, sizi siz yapan şey değildir. 
“O zaman ben kimim?” diye kendinize sormanız gerekir ve sakın ha cevaplamayın. Sadece sorun ve bekleyin…

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu

17 Ocak 2018 Çarşamba

Hayatına güvenebilirsin

Bu hafta Sinema Salısı’nda sevgili Louise Hay’in “Hayatına güvenebilirsin” dvd sini izledik. Çok basit bir dille aslında ihmal ettiğimiz kişinin kendimiz olduğunu, kendimizi sevmeyi pek bilmediğimizi ve gerçek mutlulukların küçük anlarda saklandığını anlatıyor. Herkese bir pratik yaptırıyor. Herkesin çok mutlu olduğu 6 anı yazmasını istiyor. Sizde ailenizle deneyebilirsiniz. Özellikle çocukların mutluluk anlarını dinlemek size çok ilginç gelecektir. Sonra afirmasyonların önemine dikkat çekiyor. “Sakın unutma” yerine “Lütfen hatırla”yı koymanın faydasına değiniyor.

Kişisel gelişim yolculuğuna başlayan herkesin çevresinden gelen ortak bir geri bildirim vardır. “Sen çok bencilleştin. Artık seni tanıyamıyoruz.” 

Çünkü o güne kadar hayatınızın merkezinde eşiniz, işiniz, çocuklarınız, anne-babanız, arkadaşlarınız vardı ve siz onların mutluluğu için her şeyden vazgeçebiliyordunuz. Bu sizi eşsiz bir “kurban” yapıyordu. Çoğunlukla belirttiğim gibi size bunu yaptıran şeyin içinizdeki “müthiş iyilikseverlik, şefkat veya karşılık beklemeyen sevgi” olduğuna inanıyordunuz. Ya da çevreniz sizi buna inandırmıştı. Oysa gerçek duygunuz “suçluluk, gereklilik, yükümlülükler, hatta kibir duygusu” bile olabilir. Öyle ki sizde olan tüm bu sevecenliği cömertçe harcadığınızdan belki de çevrenizde buna en çok ihtiyaç duyabilecek sevdiklerinizi ihmal ediyor bile olabilirsiniz. En çokta kendinizi elbette.

Gerçekten kendiniz olduğunuzda ise "varoluş amacınız"a yaklaştığınızı hissedersiniz, eşsiz bir “kişisel bütünlük duygusu” içinizi kaplar, artık yeteneklerini ihmal eden, hayallerini erteleyen kişi olmaktan vazgeçip, kendi potansiyelini hayata geçiren kişi olmuşsunuzdur. İşte bu tüm yaratılışın destekleyeceği şeydir. O zaman etrafınızda gerçekten ışığınızdan faydalanacak harika insanlar doluşur. O zaman kibirle değil içtenlikle verirsiniz. Çünkü artık verdiklerinizin sizden değil de daha yüce bir sistemden geldiğini, sizin kaynak değil de sadece aktarıcı olduğunuzu fark edersiniz. İşte o zaman bütünün potansiyeline de sahip olabildiğinizi, sizdekinden çok daha fazlasını kullanabildiğinizi fark edersiniz.

İzlediğimiz tüm filmler, belgeseller, katıldığımız tüm seminerler, okuduğumuz kitaplar içinize sadece bir tohum eker. Bu tohuma dikkatli bakmaz, özenle üzerinde çalışmaz, onu geliştirmezseniz kuruyup gider. Sonra başkasının tohumdan büyütüp geliştirdiği ağacı gördüğünüzde içinizde fırtınalar kopar.  Yaratan ne kadar adaletsiz davranmıştır, sizi hiç sevmiyordur, hayatın size düşen yanı hep keder olmuştur vs. Oysa gerçek gözünüzün önündedir. Size ekilen tohumu ne kadar sahiplendiniz? Başkalarının ağacına haset mi edeceksiniz, yoksa kendi tohumunuzu besleyecek misiniz? Bu tohumun en önemli yanı yaşam amacınız. O zaman sorun kendinize, “Neden buradasınız?”

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/Davranış Bilimi Uzmanı/Regresyon Psikoloğu