Yıllar önce bir danışanım Hollanda’nın Roterdam kentinde
yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Bisikletiyle işe giderken bir ördek yavrusu
yoluna çıkmış. Etrafa bakıp ailesini göremeyen danışanımda, her duyarlı insanın
yaptığı gibi işini gücünü bırakıp ördek yavrusunu alarak belediyenin ilgili kurumuna
götürmüş. Kendisinden iki sayfalık bir tutanağı doldurması, ördek yavrusunu
bulduğu yeri gösteren ayrıntılı bir şema çizmesi ve iletişim numarasını bırakması
istenmiş. Birkaç gün sonra da “ördeğin ailesiyle buluşmasının sağlandığı” hakkında
iyi haber gelmiş. Bu anıyı dinlediğimde kendimi Andersen masallarında hissetmiş
ve derin bir iç çekmiştim.
Birkaç gündür Türkiye’nin gündeminde yine kadınlara ve
hayvan dostlarımıza uygulanan şiddet var. Yaşanan olaylarda kadınlar ve
hayvanların tek ortak noktası “kendisinden daha güçlü birinden şiddet görmeleri”
sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aslında her ikisinin en önemli noktaları “kırılganlıkları”.
Pandemi döneminde Netflix’te Brene Brown’ın “Cesaret
Çağrısı” adlı konuşmasına rastlamıştım. Ömrünü utanç, kırılganlık,
cesaret gibi kavramları araştırmaya adamış, sosyal hizmetler konusunda doktora
sahibi araştırmacı bir yazar Brene Brown. Bu konuşmada beni en çok etkileyen
kavramlardan biri şuydu; “Cesaret korkusuzluk demek değildir,
kahramanlık demek değildir. Cesaret kırılganlığımızın, kusurlarımızın,
eksiklerimizin farkında olmamız ve bunlara rağmen değil, bu özelliklerimizle
kendimizi ifade edebilmemiz, kendimizi sevebilmemizdir.”
“Kırılganlığın
gücü” isimli Ted konuşmasında cesaret kelimesinin kökeninin
Latincede “cor” yani “kalp” kelimesinden geldiğini ve
asıl anlamının “kendi hikayeni tüm kalbinle anlatabilmen” demek olduğunu
söylüyor Brene.
Asıl cesaret kırılganlığı göze alabilmek ve biz
erkekler bu konuda kadınlar ve hayvanlardan çok şey öğrenmek zorundayız. Çünkü
gerçek cesaret, şiddete uğrayan birçok kadının susup oturmaktansa “artık
yeter” diyerek isyan etmesidir. Asıl cesaret devletin onları koruma
becerisini gösteremediği ülkede evini, bazen çok sevdiği çocuklarını terk edebilmektir.
Asıl cesaret o piskopatların suratlarına, artık onları sevmedikleri gerçeğini
haykırmaktır. Asıl cesaret “Nero” nun yaptığı gibi, kendisinden
çok daha tehlikeli birine karşı kişisel alanını koruma içgüdüsünü
gösterebilmektir. Bunların hepsi kırılmayı, incinmeyi hatta ölmeyi göze
alabilmek demektir.
Ted konuşmasında “Utanç duymayan insanlar sadece insani
empati veya bağlantı kurma kapasitesi olmayanlardır” diyor Brene. İşte
bu yüzden zarif bir kadınla, doğayla, yaşamla bağ kuramayan bu hastalıklı
korkak ruhlar karakola gidip pişmanlıklarını bildireceklerine, utançsızca suçu
ölende arayabiliyor. Şimdi her birimizin külahımızı öne alıp düşünme vaktidir.
"Aydınlığın mı savunucusu olacağız, yoksa karanlığın mı? Meleklerin mi yanında saf tutacağız, şeytanların mı?"
Dostoyevski varoluşçuluk üzerine en güzel kitaplardan biri olan
“Budala” sında “Dünyayı güzellik kurtaracak” diyordu.
Sait Faik “Alemdağı'nda Var Bir Yılan”
adlı öyküsünde “Bir insanı
sevmekle başlıyor her şey” diyordu. Bu iki güzel kelimeyi Livaneli bir
şarkısında birleştirmiş ve gençlik yıllarımızda dilimize pelesenk etmişti.
“Dünyayı güzellik
kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
Dünyayı daha güzel bir yer haline getirecek olan şey
bir kadını, bir erkeği, bir çocuğu, bir hayvanı, doğayı sevebilmek değil
sadece, onların bireysel yaşam haklarına ve özgürlüklerine de sahip çıkabilmek,
hatta savunabilmek.
Her birimiz Münevver’in, Özgecan’ın, Süheyla’nın,
Nadira’nın, Pınar’ın ve diğerlerinin hikayelerini sahiplenmeden, Nero’yu
evimizdeki yol arkadaşlarımızın yerine koymadan “kendi hikayemizi tüm kalbimizle”
anlatmak anlamına gelen cesareti gösterebilmiş olmayacağız.
Aşkla ve sevgiyle kalın,
Aşkla ve sevgiyle kalın,
Kartal ÖZAL
PDR, DBU ve Regresyon Psikoloğu