30 Temmuz 2020 Perşembe

Gerçekte “Cesaret” nedir

Yıllar önce bir danışanım Hollanda’nın Roterdam kentinde yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Bisikletiyle işe giderken bir ördek yavrusu yoluna çıkmış. Etrafa bakıp ailesini göremeyen danışanımda, her duyarlı insanın yaptığı gibi işini gücünü bırakıp ördek yavrusunu alarak belediyenin ilgili kurumuna götürmüş. Kendisinden iki sayfalık bir tutanağı doldurması, ördek yavrusunu bulduğu yeri gösteren ayrıntılı bir şema çizmesi ve iletişim numarasını bırakması istenmiş. Birkaç gün sonra da “ördeğin ailesiyle buluşmasının sağlandığı” hakkında iyi haber gelmiş. Bu anıyı dinlediğimde kendimi Andersen masallarında hissetmiş ve derin bir iç çekmiştim.

Birkaç gündür Türkiye’nin gündeminde yine kadınlara ve hayvan dostlarımıza uygulanan şiddet var. Yaşanan olaylarda kadınlar ve hayvanların tek ortak noktası “kendisinden daha güçlü birinden şiddet görmeleri” sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aslında her ikisinin en önemli noktaları “kırılganlıkları”.

Pandemi döneminde Netflix’te Brene Brown’ın “Cesaret Çağrısı” adlı konuşmasına rastlamıştım. Ömrünü utanç, kırılganlık, cesaret gibi kavramları araştırmaya adamış, sosyal hizmetler konusunda doktora sahibi araştırmacı bir yazar Brene Brown. Bu konuşmada beni en çok etkileyen kavramlardan biri şuydu; “Cesaret korkusuzluk demek değildir, kahramanlık demek değildir. Cesaret kırılganlığımızın, kusurlarımızın, eksiklerimizin farkında olmamız ve bunlara rağmen değil, bu özelliklerimizle kendimizi ifade edebilmemiz, kendimizi sevebilmemizdir.”

“Kırılganlığın gücü” isimli Ted konuşmasında cesaret kelimesinin kökeninin Latincede “cor” yani “kalp” kelimesinden geldiğini ve asıl anlamının “kendi hikayeni tüm kalbinle anlatabilmen” demek olduğunu söylüyor Brene.

Asıl cesaret kırılganlığı göze alabilmek ve biz erkekler bu konuda kadınlar ve hayvanlardan çok şey öğrenmek zorundayız. Çünkü gerçek cesaret, şiddete uğrayan birçok kadının susup oturmaktansa “artık yeter” diyerek isyan etmesidir. Asıl cesaret devletin onları koruma becerisini gösteremediği ülkede evini, bazen çok sevdiği çocuklarını terk edebilmektir. Asıl cesaret o piskopatların suratlarına, artık onları sevmedikleri gerçeğini haykırmaktır. Asıl cesaret “Nero” nun yaptığı gibi, kendisinden çok daha tehlikeli birine karşı kişisel alanını koruma içgüdüsünü gösterebilmektir. Bunların hepsi kırılmayı, incinmeyi hatta ölmeyi göze alabilmek demektir.

Ted konuşmasında “Utanç duymayan insanlar sadece insani empati veya bağlantı kurma kapasitesi olmayanlardır” diyor Brene. İşte bu yüzden zarif bir kadınla, doğayla, yaşamla bağ kuramayan bu hastalıklı korkak ruhlar karakola gidip pişmanlıklarını bildireceklerine, utançsızca suçu ölende arayabiliyor. Şimdi her birimizin külahımızı öne alıp düşünme vaktidir. 


"Aydınlığın mı savunucusu olacağız, yoksa karanlığın mı? Meleklerin mi yanında saf tutacağız, şeytanların mı?"

Dostoyevski varoluşçuluk üzerine en güzel kitaplardan biri olan “Budala” sında “Dünyayı güzellik kurtaracak” diyordu. Sait Faik “Alemdağı'nda Var Bir Yılan” adlı öyküsünde “Bir insanı sevmekle başlıyor her şey” diyordu. Bu iki güzel kelimeyi Livaneli bir şarkısında birleştirmiş ve gençlik yıllarımızda dilimize pelesenk etmişti.

“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”

Dünyayı daha güzel bir yer haline getirecek olan şey bir kadını, bir erkeği, bir çocuğu, bir hayvanı, doğayı sevebilmek değil sadece, onların bireysel yaşam haklarına ve özgürlüklerine de sahip çıkabilmek, hatta savunabilmek.

Her birimiz Münevver’in, Özgecan’ın, Süheyla’nın, Nadira’nın, Pınar’ın ve diğerlerinin hikayelerini sahiplenmeden, Nero’yu evimizdeki yol arkadaşlarımızın yerine koymadan “kendi hikayemizi tüm kalbimizle” anlatmak anlamına gelen cesareti gösterebilmiş olmayacağız. 

Aşkla ve sevgiyle kalın,
Kartal ÖZAL
PDR, DBU ve Regresyon Psikoloğu