2010 yılının Mart ayında, TPD ve CETAD’ın ortak basın açıklamasında, “Eşcinsellik biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biridir. Her şeyden önce bir hastalık değil, yönelim farklılığıdır. Eşcinselliğin bir hastalık olduğu yaklaşımı 40 yıl önce terk edilmiş ve psikiyatrik hastalık tanı listelerinden çıkarılmıştır” deniyordu.
Türkiye Psikiyatri Derneği'nin internet sitesinde yapılan bu basın açıklamasına karşı, İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Vakıf adına yaptığı açıklamada şu görüşleri bildirdi:
“Eşcinsellik insanda doğal olarak var olan bir yönelim değildir. Sosyal öğrenme ile ve yanlış eğitimle gelişmiş bir durumdur. Biyolojik doğaya uymayan bir sapmadır. Heteroseksüelliğin geni vardır ancak eşcinselliğin geni yoktur. Homofobi yani eşcinselleri aşağılamak doğru değildir. Bu tercihte olan insanlara saygı gösterilmeli, ancak gerek görülürse “onaylanmadığı” da belirtilmelidir.”
Prof.Dr. Nevzat Tarhan, ruhun derinlikleri üzerine çokça eser yayınlamış biridir. Ancak kanaatimce bu tartışmaya oldukça dar bir perspektiften yaklaşmış.
“Eşcinselliğin kendisi bir ruh hastalığı mıdır?” Buna hiçbir bilim çevresi kolayca cevap veremiyor.
Bence en önemli sorun ruhsal bir olguya zihinsel ve fiziksel bir çözüm aramaktan geçiyor. Homoseksüellik veya transseksüellik kişinin bilinçli tercihiyse toplum sorgulama hakkına sahip değildir. Ancak kişi bu eğilimden ruhen bir rahatsızlık yaşıyorsa, “akıl sağlığını” tedavi etmek veya “fiziksel yanlışlığı” onarmaya çalışmaktansa, bu cinsel kimliği kabullenemeyişin ve reddedişin sebeplerini, gerçekten ruhsallığa yoğunlaşarak tespit etmeye çalışmak kanaatimce çok daha uygun olacaktır.
Ayşe Arman ve bir transseksüelin yaptığı röportajda;
“Ben
erkek bedeni içine hapsolmuş bir kız çocuğuydum. Benim savaşım kendi
bedenimleydi. Sahip olduğum beden, bana ait değildi. Kadın ruhumun benim
bedenimi yeniden şekillendirmesi gerekiyordu. Ruhum kadındı, bedenim de kadın
olmalıydı...” diyordu röportajı veren kişi.
Benzer bir yorumu geçenlerde televizyon ekranlarında
Cemil İpekçi’de yaptı.
“Sahip
olduğum beden, bana ait değildi”. Bu cümlenin yanlışlığı
zaten içinde saklı. Sahip olduğunuz şey, elbette ki size aittir. Eğer size
aitmiş gibi hissedemiyorsanız bu bedensel değil, ruhsal bir sorundur. Cinsel
kimliğin reddi bazen daha doğumdan başlayarak, bebeğin kendini istenir durumda
tutması için geliştirdiği bir yöntemdir. Cinsel kimliğini reddedenler temelde
telaşlı, öfkeli ve kırgın olurlar. Çünkü kendilerine haksızlık yapıldığını
düşünmektedirler. Kız çocukları tıpkı bir erkek gibi davranırken, aşırı
derecede çalışkan, becerikli ve iş bilir bir tutum içine girerler. Bedensel
olarak bile erkeksi bir çizgiye sahip olurlar. Erkeklerde ise durum tersi olur.
Aşırı yumuşak, korkak ve sinik bir karakter ortaya çıkar. Kadınlar
evlendiklerinde sanki evin erkeği gibi davranırken, erkekler ise kadın
davranışını seçerler. Başlarına sıkça sorun açarlar.
Aynı röpotajda “Hiçbir
sorun yok Tanrı’yla aramda. Alın yazısına, kadere inanıyorum. Planlanan
hayatları yaşadığımıza da inanıyorum.” diye devam ediyor röportajı veren.
Peki, gerçekten ruhun bir cinsiyeti var mıdır? Bu
konuda fikir bildiren kaynakların çoğu ruhun bu dünya seviyesine inip bedene
girince, ancak maddi aleme geçtiğinde cinsiyet aldığını ve tekamülünü
farklı bedenlerde geçirdiğini belirtiyor. Yine neredeyse tüm inanç kaynakları
Tanrı’nın bizi suretinden yarattığını ve bir gün mutlaka tekrar O’na
döneceğimizi belirtiyorlar. Bazı insanlar peygamber efendimize ruhu sordular.
Cevap vermeyip, vahyi bekledi. Gelen ayet gayet netti: “o, Rabbimin emrindendir,
de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü,
muhatapların söyleneni anlamasına imkan yoktu. Akıl, “Emir Aleminden” olan bir
varlığı kavrayacak kapasitede değildi. “Emir Alemi” ölçüden,
tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen
uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif , kadın, erkek gibi
kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar, ölçülemeyeni
nasıl anlasın?
Dolayısıyla ruhun sabit bir cinsel kimlik taşıması
mümkün görünmemekle birlikte, her yeniden doğuşunda çeşitli duyguların
tecrübesi açısından farklı cinsiyette dünyaya gelmesi oldukça gereklidir. Örneğin
sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların kadın ve erkek olarak tecrübesi
birbirinden oldukça farklıdır. Yine güç, başarı, adalet gibi duygulara da kadın
ve erkek yaklaşımı birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla bu duyguların tüm
katmanlarıyla tecrübe edilmesi, ancak ruh o duyguyu her iki fiziksel koşulda
yaşadığında yin-yang tamamlanacaktır. Bütünsel tecrübe ancak o andan sonra
kazanılabilir ve tekamül gerçekleşir. Ruh bedenlendikten sonra artık bir bütün
olabilmesi için fiziksel şartları, dolayısıyla cinsiyeti de kabullenmelidir. Her
kadın içindeki erkekle barışmadan, her erkekte içindeki kadınla tam olarak
bütünleşmeden kendileri için ideal ilişkiyi yakalamaları oldukça zor olacaktır.
Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimleri Uzmanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler!...