19 Ağustos 2012 Pazar

Sezaryen mi yoksa normal doğum mu?

Damla Çeliktaban geçenlerde Habertürk gazetesindeki köşesinde yazdığı yazıda normal doğumla ilgili bir araştırmaya yer vermişti. Ne zamandır değinmek istediğim konuda neden bir şeyler yazmadığımı bu köşe yazısı önüme gelince anladım ve kendi kendime gülümsedim.
Doğum konusunu araştıran birçok uzman var. Doğum anının çocukta ve annede yarattığı ruhsal, fiziksel ve zihinsel travmalar üzerine sayısız yayın var, birçoğu da yolda. Yale Üniversitesinin yayınladığı araştırma doğumun çocuk üzerinde bıraktığı izlere odaklananlardan sadece biri. Bu araştırmanın sonuçlarına göre vajinal doğum sırasında salgılanan UPC2 adlı kimyasal, beyin gelişiminde önemli rol oynuyor. UPC2, stres anında salgılanan ve “insanın zor koşulları atlatmasını” mümkün kılan bir protein.
Bebek anne rahminde başlayan kasılmalar, itilmeler ve doğum boyunca süren çabası sırasında bolca bu proteinden salgılıyor. UPC2 “beyin hasarından koruyan serbest radikalleri” ve hipokampüsteki yeni bağlantıları destekliyor, ayrıca anne sütüyle birleştiğinde koruyucu etkisi de artıyor. (Ayrıca 9 eylül Üniversitesinden Prof.Dr.Mine Doluca’nın araştırma sonuçları içinde deUPC2 ‘nin hücre içine ilaç geçişini de etkilediği belirtilmiştir).
Sezaryende ise bebek herhangi bir fiziksel zorlanma yaşamadığı için UPC2 çok düşük oranda salgılanıyor. Bu durumunda bazen yetişkinlikte davranış bozukluklarına, hafıza problemlerine ve stres ve zorlanma anlarında psikolojik dayanıksızlığa yol açabileceği düşünülüyor.
Kapsamlı bir araştırmanın sonuçlarına göre sezaryenle dünyaya gelen bebeklerin ilk bir ay içinde ölüm riski, normal doğumla dünyaya gelenlerden 3 kat daha fazla. Çünkü normal doğum, bebeklerin nefes alıp verme faaliyetlerinin daha düzenli olmasını sağlıyor.

ABD'de üç yıl boyunca hem sezaryen yöntemiyle hem de normal doğumla dünyaya gelen 5 milyon 700 bin bebek üzerinde yapılan bir araştırma sezaryenin bebek ve anne sağlığı açısından çok daha riskli olduğunu ortaya koydu.

ABD'li uzmanlara göre sezaryen yöntemiyle dünyaya gelen bir bebeğin normal doğumla dünyaya gelen bir bebeğe kıyasla ilk bir ay içinde ölüm riski 3 kat daha fazla.

Çünkü normal doğum sırasında bebekler akciğerlerinde biriken sıvıyı sezaryene kıyasla çok daha başarılı bir şekilde atabiliyor. Normal doğum akciğerlerin sağlıklı çalışmasını teşvik eden hormonların salgılanmasını da artırıyor.

Uzmanlar, normal doğumun bir anlamda bebeği yaşama hazırlamak anlamına geldiğine dikkat çekiyor Ve anne adaylarına sezaryeni zorunlu kılan bir sağlık sorunu olmadığı sürece normal doğumu tercih etmelerini öneriyor.
İsveç’teki Karolinska Enstitüsünde yapılan bir araştırmada da sezaryenle doğumun çocuğun dna sında değişime yol açtığı belirlenmiş. Araştırmacılar bu değişimi doğum sırasında bebeğin yaşadığı strese bağlamış. Normal doğumda bebeğin stresi yavaşça artarken, sezaryenle doğan bebeklerin ani strese maruz kaldıkları tespit edilmiş. Bu genetik değişiminde ileride şeker, kanser ve astım hastalığı görünme riskini artırdığı belirlenmiş.
Doğum araştırmacısı Michel Odent’in de sıkça belirttiği gibi: “Daha önce hiçbir nesilde bu kadar yaygın sezaryen yapılmamıştı. Bakalım bu yeni nesil nasıl bir dünya yaratacak?” 

Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

14 Ağustos 2012 Salı

Eşcinsellik bir hastalık mıdır ve ruhun cinsiyeti var mıdır?


2010 yılının Mart ayında, TPD ve CETAD’ın ortak basın açıklamasında, “Eşcinsellik biseksüellik ve heteroseksüellik gibi insanda tanımlanan üç yönelimden biridir. Her şeyden önce bir hastalık değil, yönelim farklılığıdır. Eşcinselliğin bir hastalık olduğu yaklaşımı 40 yıl önce terk edilmiş ve psikiyatrik hastalık tanı listelerinden çıkarılmıştır” deniyordu.
Türkiye Psikiyatri Derneği'nin internet sitesinde yapılan bu basın açıklamasına karşı, İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Vakıf adına yaptığı açıklamada şu görüşleri bildirdi: 
“Eşcinsellik  insanda doğal olarak var olan bir yönelim değildir. Sosyal öğrenme ile ve yanlış eğitimle gelişmiş bir durumdur. Biyolojik doğaya uymayan bir sapmadır. Heteroseksüelliğin geni vardır ancak eşcinselliğin geni yoktur. Homofobi yani eşcinselleri  aşağılamak doğru değildir. Bu tercihte olan insanlara saygı gösterilmeli, ancak  gerek görülürse “onaylanmadığı” da belirtilmelidir.”
Prof.Dr. Nevzat Tarhan, ruhun derinlikleri üzerine çokça eser yayınlamış biridir. Ancak kanaatimce bu tartışmaya oldukça dar bir perspektiften yaklaşmış.
 “Eşcinselliğin kendisi bir ruh hastalığı mıdır?” Buna hiçbir bilim çevresi kolayca cevap veremiyor.
Bence en önemli sorun ruhsal bir olguya zihinsel ve fiziksel bir çözüm aramaktan geçiyor. Homoseksüellik veya transseksüellik kişinin bilinçli tercihiyse toplum sorgulama hakkına sahip değildir. Ancak kişi bu eğilimden ruhen bir rahatsızlık yaşıyorsa, “akıl sağlığını” tedavi etmek veya “fiziksel yanlışlığı” onarmaya çalışmaktansa, bu cinsel kimliği kabullenemeyişin ve reddedişin sebeplerini, gerçekten ruhsallığa yoğunlaşarak tespit etmeye çalışmak kanaatimce çok daha uygun olacaktır.
Ayşe Arman ve bir transseksüelin yaptığı röportajda;
“Ben erkek bedeni içine hapsolmuş bir kız çocuğuydum. Benim savaşım kendi bedenimleydi. Sahip olduğum beden, bana ait değildi. Kadın ruhumun benim bedenimi yeniden şekillendirmesi gerekiyordu. Ruhum kadındı, bedenim de kadın olmalıydı...” diyordu röportajı veren kişi.
Benzer bir yorumu geçenlerde televizyon ekranlarında Cemil İpekçi’de yaptı.
“Sahip olduğum beden, bana ait değildi”. Bu cümlenin yanlışlığı zaten içinde saklı. Sahip olduğunuz şey, elbette ki size aittir. Eğer size aitmiş gibi hissedemiyorsanız bu bedensel değil, ruhsal bir sorundur. Cinsel kimliğin reddi bazen daha doğumdan başlayarak, bebeğin kendini istenir durumda tutması için geliştirdiği bir yöntemdir. Cinsel kimliğini reddedenler temelde telaşlı, öfkeli ve kırgın olurlar. Çünkü kendilerine haksızlık yapıldığını düşünmektedirler. Kız çocukları tıpkı bir erkek gibi davranırken, aşırı derecede çalışkan, becerikli ve iş bilir bir tutum içine girerler. Bedensel olarak bile erkeksi bir çizgiye sahip olurlar. Erkeklerde ise durum tersi olur. Aşırı yumuşak, korkak ve sinik bir karakter ortaya çıkar. Kadınlar evlendiklerinde sanki evin erkeği gibi davranırken, erkekler ise kadın davranışını seçerler. Başlarına sıkça sorun açarlar.
Aynı röpotajda “Hiçbir sorun yok Tanrı’yla aramda. Alın yazısına, kadere inanıyorum. Planlanan hayatları yaşadığımıza da inanıyorum.” diye devam ediyor röportajı veren.
Peki, gerçekten ruhun bir cinsiyeti var mıdır? Bu konuda fikir bildiren kaynakların çoğu ruhun bu dünya seviyesine inip bedene girince, ancak maddi aleme geçtiğinde cinsiyet aldığını ve  tekamülünü farklı bedenlerde geçirdiğini belirtiyor. Yine neredeyse tüm inanç kaynakları Tanrı’nın bizi suretinden yarattığını ve bir gün mutlaka tekrar O’na döneceğimizi belirtiyorlar. Bazı insanlar peygamber efendimize ruhu sordular. Cevap vermeyip, vahyi bekledi. Gelen ayet gayet netti: “o, Rabbimin emrindendir, de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü, muhatapların söyleneni anlamasına imkan yoktu. Akıl, “Emir Aleminden” olan bir varlığı kavrayacak kapasitede değildi. “Emir Alemi” ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif , kadın, erkek gibi kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar, ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Dolayısıyla ruhun sabit bir cinsel kimlik taşıması mümkün görünmemekle birlikte, her yeniden doğuşunda çeşitli duyguların tecrübesi açısından farklı cinsiyette dünyaya gelmesi oldukça gereklidir. Örneğin sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların kadın ve erkek olarak tecrübesi birbirinden oldukça farklıdır. Yine güç, başarı, adalet gibi duygulara da kadın ve erkek yaklaşımı birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla bu duyguların tüm katmanlarıyla tecrübe edilmesi, ancak ruh o duyguyu her iki fiziksel koşulda yaşadığında yin-yang tamamlanacaktır. Bütünsel tecrübe ancak o andan sonra kazanılabilir ve tekamül gerçekleşir. Ruh bedenlendikten sonra artık bir bütün olabilmesi için fiziksel şartları, dolayısıyla cinsiyeti de kabullenmelidir. Her kadın içindeki erkekle barışmadan, her erkekte içindeki kadınla tam olarak bütünleşmeden kendileri için ideal ilişkiyi yakalamaları oldukça zor olacaktır.
Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimleri Uzmanı

6 Ağustos 2012 Pazartesi

İlişkilerde Birlikte Büyümek - 2


Özellikle evliliklerde sorunların başladığı yerlerden biri eşlerin ilişkilerine kendi ailelerinden taşıdıkları alışkanlıklarıdır. Aşık olduğunuzda yaşamınıza aldığınız sadece bir erkek veya kadın değildir; sevdiğiniz insan hayatınıza tüm ailesiyle girer. Örneğin kendi ailesinde ebeveyn sorumluluğunu taşımaya alışmış bir erkek evlenince, ailesinden alamadığı sevgiyi eşinden alabilmek için “çocuk”laşabilir. Doğal olarak ta eşler arasındaki denge bozulabilir. Dengeyi sağlamanın yolu ancak kişinin kendi ailesinde “çocuk” olduğunu hatırlamasından yani “küçülmesinden” ve eşiyle olan ilişkisinde de tekrar sorumluluk almaya başlamasından yani “büyümesinden” geçer.
İlişkilerde dengeyi korumak istiyorsak, bize yaşam veren ailemize karşı “çocuk”, ilişkide olduğumuz eşimize karşı “yetişkin” ve çocuklarımıza karşı “ebeveyn” olmak durumundayız.
Kendine “baba” arayan bir kadın, kendine “çocuk” arayan bir erkeğe ihtiyaç duyabilir. Hükmetmeyi seven biri, hükmedilmek isteyen birini arayabilir. Kadınlara saygı duymayan bir erkek, erkeklerden saygı görmeyi hak etmediğini düşünen bir kadın bulabilir. Sevdiğimiz insanla beraber yeni bir hayat kurduğumuzda sadece onunla değil ailesiyle de evlendiğimizi belirtmiştim. Dolayısıyla farklı aile yapıları buluşmuş olur. Çevrenizdeki ilişkilere dikkat ederseniz iki dominant anne veya iki biri birine benzer baba ile evlenen çiftlerin ilişkilerinin göreceli olarak daha uzun sürdüğünü görebilirsiniz. Ancak bu tür evliliklerin sayısı, çapraz eşleşmelerin olduğu ailelere göre daha azdır.
Hepimiz ruhumuzda ilişkide bulunduğumuz insana aldığımızdan fazlasını mı veriyoruz, yoksa azını mı biliriz. Ama özellikle dengenin bozulduğu ve bir şekilde biten ilişkilerde “Beraber olduğumuz zaman için sana teşekkür ederim. Bana çok şey verdi ve bana verdiklerin her zaman benimle kalacaklar. Ben de sana verdiklerimi sevgiyle verdim ve sende kalabilirler.” diyebilmek bizi yeni bir ilişki için gereken özgürlük duygusuna yaklaştırır.
Sanılanın aksine ilişkiyi terk eden taraf, genelde daha çok alan taraftır. Çünkü almak vermekten daha zordur. Alan kişi vererek dengeyi sağlamak zorundadır. Ama sürekli vermeye alışmış eş, almakta zorlandığı için, almayı kabul etmeyerek karşısındaki kişiyi sürekli ruhsal olarak borçlandırır. Sonunda da aldıklarının karşılığını veremeyen diğeri ilişkiden kaçarak, kendisinin verebileceği ve ondan sorunsuzca alabilecek biriyle birlikte olur. İlişkilerde alma verme arasında mümkün olduğunca denge kurmak o ilişkinin uzun süreli olarak kalıcılığını sağlamanın en kolay yoludur.
Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı