30 Temmuz 2020 Perşembe

Gerçekte “Cesaret” nedir

Yıllar önce bir danışanım Hollanda’nın Roterdam kentinde yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Bisikletiyle işe giderken bir ördek yavrusu yoluna çıkmış. Etrafa bakıp ailesini göremeyen danışanımda, her duyarlı insanın yaptığı gibi işini gücünü bırakıp ördek yavrusunu alarak belediyenin ilgili kurumuna götürmüş. Kendisinden iki sayfalık bir tutanağı doldurması, ördek yavrusunu bulduğu yeri gösteren ayrıntılı bir şema çizmesi ve iletişim numarasını bırakması istenmiş. Birkaç gün sonra da “ördeğin ailesiyle buluşmasının sağlandığı” hakkında iyi haber gelmiş. Bu anıyı dinlediğimde kendimi Andersen masallarında hissetmiş ve derin bir iç çekmiştim.

Birkaç gündür Türkiye’nin gündeminde yine kadınlara ve hayvan dostlarımıza uygulanan şiddet var. Yaşanan olaylarda kadınlar ve hayvanların tek ortak noktası “kendisinden daha güçlü birinden şiddet görmeleri” sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aslında her ikisinin en önemli noktaları “kırılganlıkları”.

Pandemi döneminde Netflix’te Brene Brown’ın “Cesaret Çağrısı” adlı konuşmasına rastlamıştım. Ömrünü utanç, kırılganlık, cesaret gibi kavramları araştırmaya adamış, sosyal hizmetler konusunda doktora sahibi araştırmacı bir yazar Brene Brown. Bu konuşmada beni en çok etkileyen kavramlardan biri şuydu; “Cesaret korkusuzluk demek değildir, kahramanlık demek değildir. Cesaret kırılganlığımızın, kusurlarımızın, eksiklerimizin farkında olmamız ve bunlara rağmen değil, bu özelliklerimizle kendimizi ifade edebilmemiz, kendimizi sevebilmemizdir.”

“Kırılganlığın gücü” isimli Ted konuşmasında cesaret kelimesinin kökeninin Latincede “cor” yani “kalp” kelimesinden geldiğini ve asıl anlamının “kendi hikayeni tüm kalbinle anlatabilmen” demek olduğunu söylüyor Brene.

Asıl cesaret kırılganlığı göze alabilmek ve biz erkekler bu konuda kadınlar ve hayvanlardan çok şey öğrenmek zorundayız. Çünkü gerçek cesaret, şiddete uğrayan birçok kadının susup oturmaktansa “artık yeter” diyerek isyan etmesidir. Asıl cesaret devletin onları koruma becerisini gösteremediği ülkede evini, bazen çok sevdiği çocuklarını terk edebilmektir. Asıl cesaret o piskopatların suratlarına, artık onları sevmedikleri gerçeğini haykırmaktır. Asıl cesaret “Nero” nun yaptığı gibi, kendisinden çok daha tehlikeli birine karşı kişisel alanını koruma içgüdüsünü gösterebilmektir. Bunların hepsi kırılmayı, incinmeyi hatta ölmeyi göze alabilmek demektir.

Ted konuşmasında “Utanç duymayan insanlar sadece insani empati veya bağlantı kurma kapasitesi olmayanlardır” diyor Brene. İşte bu yüzden zarif bir kadınla, doğayla, yaşamla bağ kuramayan bu hastalıklı korkak ruhlar karakola gidip pişmanlıklarını bildireceklerine, utançsızca suçu ölende arayabiliyor. Şimdi her birimizin külahımızı öne alıp düşünme vaktidir. 


"Aydınlığın mı savunucusu olacağız, yoksa karanlığın mı? Meleklerin mi yanında saf tutacağız, şeytanların mı?"

Dostoyevski varoluşçuluk üzerine en güzel kitaplardan biri olan “Budala” sında “Dünyayı güzellik kurtaracak” diyordu. Sait Faik “Alemdağı'nda Var Bir Yılan” adlı öyküsünde “Bir insanı sevmekle başlıyor her şey” diyordu. Bu iki güzel kelimeyi Livaneli bir şarkısında birleştirmiş ve gençlik yıllarımızda dilimize pelesenk etmişti.

“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”

Dünyayı daha güzel bir yer haline getirecek olan şey bir kadını, bir erkeği, bir çocuğu, bir hayvanı, doğayı sevebilmek değil sadece, onların bireysel yaşam haklarına ve özgürlüklerine de sahip çıkabilmek, hatta savunabilmek.

Her birimiz Münevver’in, Özgecan’ın, Süheyla’nın, Nadira’nın, Pınar’ın ve diğerlerinin hikayelerini sahiplenmeden, Nero’yu evimizdeki yol arkadaşlarımızın yerine koymadan “kendi hikayemizi tüm kalbimizle” anlatmak anlamına gelen cesareti gösterebilmiş olmayacağız. 

Aşkla ve sevgiyle kalın,
Kartal ÖZAL
PDR, DBU ve Regresyon Psikoloğu



1 Mayıs 2020 Cuma

Hepimizin acelesi var. Özetler çıkararak yaşıyoruz hayatımızı.


Eric Satie müziğinin insanı çok rahatlattığı yorumunu duymuştum Ayhan Sicimoğlu’ndan. “Kendinizi üzgün veya bıkkın hissettiğinizde 15 dakika dinleyin, her şey değişecek” demişti. Bende tavsiyesine uyup güne Satie ile başladım bu 1 mayıs sabahı. Gnossiennes No:1 tavsiye edilir. 
Piyanistin tercih ettiği “Gnossienne” kelimesinin herhangi bir dilde karşılığı bulunmuyor. Olası en yakın teori “​​Gnossienne”​ kelimesinin kökeninin “gnosis”ten geldiğinin düşünülmesi ve “Ruhani,​ sezgiyle elde edilen bilgi” olarak çevrilen bu kelime kökünün de bu parçaya önayak olması. Satie dinlerken o ruhani duyguyu ve sezgilerinizin harekete geçtiğini hissediyorsunuz. Bende bu sabah Satie dinlerken, uzun zamandır düşündüğüm bir şey aklımın kıvrımlarında anlam buldu.

İçinde büyüdüğünüz çevre sizin karakterinizi oluşturur. Size konan isim bile dünyaya karşı duruşunuzu etkiler. Yakın çevreniz için siz artık Ali, Ahmet, Ayşe, Ayla’sınızdır. Kelimeleriyle, yorumlarıyla, bakış açılarıyla size şekil verirler. Çevreniz sizi bir oyun hamur gibi işler. Çok cimrisiniz diye eleştirilirseniz, sevilmek için her şeyinizi vermeye çalışan biri olursunuz. Şişman olduğunuz söylenirse, yaşamınız boyunca zayıf kalmaya çalışmaktan başka çareniz olmaz. Sizi takdir eden ve destekleyen, hatalarınızda size doğru yolu bulabilmeniz için yön gösteren bir çevrede büyürseniz, özgüvenli, hata yapmaktan denemekten korkmayan, yaratıcı ve güçlü bir kişilik geliştirirsiniz. Sürekli susturulduğunuz, eleştirildiğiniz, yargılandığınız bir çevrede büyürseniz, değersiz, özgüvensiz, harekete geçmekten korkan, dolayısıyla her şeyin ortalamasına razı olan biri olur çıkarsınız. Sizi komik bulan kişilerin yanında espri yeteneğiniz tavan yaparken, güzel bulan birinin yanında sürekli bakımlı olmaya çalışırsınız. Sonunda sizde kendinizi onların gördüğü gibi görmeye ve değerlendirmeye başlarsınız. Size sunulan illüzyonun bir parçası olursunuz.

Sorunlarınızın çözümü aslında “olduğunuzu zannettiğiniz kişi, size empoze edilen kişi” olmamanızda saklanır. Onun için kendiniz hakkında anlattıklarınız kadar, anlatmaktan kaçındıklarınız da önemlidir. Gizlemeye çalıştığınız, hatta belki sizde var olduğunu unuttuğunuz şeyler bile.

İyi bir dinleyici anlattıklarınızdan, ateizminizde yaratana küskünlüğünüzü, fedakarlığınızda yalnız kalma korkunuzu, sevgisizliğinizde incinme endişenizi görebilir. Aynen mükemmellik arayışınızda onay ihtiyacınızı, yardımseverliğinizde suçluluk duygunuzu görebileceği gibi.

Böylelikle onun yanında kendinizi “olduğunuzu zannettiğiniz kişi” gibi görmeyi bırakır, sınırları ortadan kaldırıp “olabileceğiniz kişi” gibi görmeye başlarsınız. Aklın yargıları yerini ruhun yolculuğuna bırakır. Onaylanma ihtiyacını bıraktığınızda zaten olduğunuz halinizle mükemmel olduğunuzu, ait olma duygunuzu serbest bıraktığınızda benzersizliğinizi, sevilme ihtiyacını kaldırdığınızda etiketlere ihtiyaç duymayan bütünselliğinizi fark edersiniz. Aslında yeterince yoğunlaşırsanız o kör alanlarınızda unutulmuş harika bir insanla karşılaşırsınız. Onu keşfetmekten korkmadan ilerlerseniz, sonunda ruhunuzla buluşursunuz ve artık bir danışman yerine o size yol göstermeye başlar. Doğa ve tüm evrenle işbirliği yapmaya başlarsınız. Artık rehberiniz kendinizsinizdir.

Hepimizin acelesi var. Özetler çıkararak yaşıyoruz hayatımızı. Modern toplumun en büyük ikilemlerinden biri bu. “Hak ettiğimiz hayatı yaşamak için, hak etmediğimiz bir hayata katlanmak.” 

Okul hayatı, evlilik, iş hayatı ve nihayet emeklilik, egede bir sahil kasabası, şanslıysak yatağımızda bir son. Oysa ne diyordu Nazım Hikmet “Tahir ile Zühre” şiirinde;

“Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte, yani yürekte. Mesela bir barikatta dövüşerek, mesela kuzey kutbunu keşfe giderken, mesela denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”

Özet çıkarmayı bırakın artık. Modern toplumun zincirlerinden kurtulun, hak ettiğiniz hayatı yaşamayı “hayal etmeyi” bırakın. "Hayatı hak ettiğiniz gibi yaşamanın" zamanı gelmedi mi? Zamanı gelmedi mi size başkalarının uygun gördüğü ismin gereksiz tanımlamalarından kurtulmanın? Ruhunuzun sesini duymaya, ona kulak vermeye başlamanızın zamanı gelmedi mi?

Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki; “Yaratanı ve yarattığı her şeyi tanımaya çalış, her şeyi sev, ama önce kendinden başla!” Halil Cibran

Aşkla ve sevgiyle kalın,
Kartal ÖZAL
PDR, DBU ve Regresyon Psikoloğu

26 Nisan 2020 Pazar

Aşkta benzerliklere mi odaklanmalısınız, yoksa farklılıklara mı


Aşkta benzerliklere mi odaklanmalısınız, yoksa farklılıklara mı? Benzerlikler mi sizi birbirinize çeken ve bir arada tutan, yoksa farklılıklar mı? Sevgiliyle ilk buluşmanızı hatırlayın. Hani o ikinizin de karşısındaki kişiyi tanımak için tarttığı, her şeyi berbat etmekten korktuğu için kendi olamadığı, ya sürekli konuşup saçmaladığı, ya da susup bütün gece kafa salladığı o ilk buluşmaya. Şimdi sorun kendinize, o gece ne kadar samimiydiniz? O buluşmada ne kadar gösterdiniz gerçek yüzünüzü? Ya da ne kadar çaba sağladınız uyum sağlayabilmek için, ne kadar sabırlıydınız? Aristofanes’ten beri ruh eşinizi aradığınızdan mıdır sizinle aynı şeyleri seven, sözlerinizi tamamlayabilen, sizin gibi düşünen, hareket eden, yaşayan birini bulduğunuzda ideal aşkı bulduğunuzu düşünmeniz? Yoksa sadece güvende hissetmeniz mi?

Evlilik kurumunu ele alalım mesela. Dört tip evlilik yapısı var;
1.Görücü usulü evlilikler, 2.Arkadaş evlilikleri, 3.Aşk evlilikleri, 4.Şöhret evlilikleri.

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre en uzun süren şekilde sıraladım. Şaşırmayın ama en uzun süren evlilikler sizden önce, her iki tarafı da tanıyan ve isabetli karar alabildiği TÜİK tarafından da onaylanmış “Ayşe teyzeler” sayesinde gerçekleşiyor. Peki, nedir onlara bu kadar isabetli karar aldırabilen şey? Bingo... Benzerlikler elbette. O zaman benzerliklere mi odaklanmalıyız? Öyle ya madem bu bizi kalıcı ve uzun süreli bir evliliğe götüren bir anahtarmış gibi görünüyor. Belki de onu kullanmalıyız? 

Ya da “Ayşe teyzeler” e kendimizi teslim etmeyecek kadar olgunlaştığımızı düşünüyorsak, her olgun insan gibi ilk görüşte aşkı beklemektense, alışkanlıklarımızın peşinden giderek arkadaş evliliklerini seçmeliyiz. Görünürde o da yeterince güvenilir görünüyor.
Bu aşka ihanet etmek mi sizce? Belki de sadece benzer olanı kabul etmek ve sindirmek daha kolay geldiğindendir. Etrafınızdan sıkça duyduğunuz ideal bir işi, yaşantısı olan, aileniz ve arkadaşlarınız tarafından kolayca kabul edilecek biriyle olmak yaşantınız için bir risk getirmeyecek olduğundandır belki de.

Farklılıklara odaklanırsanız dipsiz bir kuyuya çekilebilirsiniz. “Asi gençlik” filminde Judy’i Jim’e çeken, “Alacakaranlık”ta Bella’yı Edward’a çeken farklılıklara odaklanmaları değil miydi? Ama bu farklılıkları sindirmek ve keşfetmek ancak filmlerde olabilir değil mi? Gerçekse aslında böyle bir şeyin bizi ve çevremizi oldukça tedirgin edeceğidir. “Ayrı dünyaların insanısınız” diye seslenen arkadaşlarınızın sözleri kulağınızda çınlamıyor mu?

Benzer olan güvenlidir, farklı olansa öğreticidir. Farklı olanı keşfe çıkarsanız her an sizi şaşırtan, bazen güldüren, kimi zaman kızdıran ama sürekli test eden bir şey içinde yaşarsınız. Ancak geçen zaman sizi birbirinize yakınlaştırır, gün gelir birbirinize benzersiniz. Çünkü duvarlarınızı yıkan, önyargılarınızı değiştiren bir şeydir yaşadığınız. Orada keşfedeceğiniz bambaşka bir “Ben” sizi bekler. Farklı olanı keşfettikçe içinizdeki derinliği de keşfedersiniz.
Unutmayın benzerlikler üstüne harika bir “ilişki”, farklılıklar üstüneyse yepyeni bir “Ben” inşa edersiniz.

Sevgiyle, Aşkla ve Sağlıkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/DBU ve Regresyon Psikoloğu

3 Nisan 2020 Cuma

Hepimiz ikinci el insanlar haline geldik


Hepimiz ikinci el insanlar haline geldik. Bunu bize bir virüs yapmadı. Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz, yaratıcılığını kullanmaktan korkan, düşünen yeni bakış açıları üreten herkese şüphe ve düşmanlıkla yaklaşan, üretmeyi kopyalamak, konuşmayı laf ebeliği yapmak olarak algılayan kolaycı, tembel, taklitçi anlayışımız yaptı.

Krishnamurti’nin “Farkındalığın Işığı” kitabında “hepimiz ikinci el insanlar haline geldik” diye tanımladığı şey tam da bu. Senelerce okullara gittik, eğitimler aldık, kitaplar okuduk ve bilgi biriktirdik. Bu bilgiler elbette başka insanların düşüncelerinden oluşuyordu. Birçok seminerde “Düşünceleriniz sadece size ait değil” diyerek anlatmak istediğim şeydi bu. Başta eğitim sistemimiz olmak üzere, yazılmış birçok kitabın, söylenmiş birçok sözün en önemli sıkıntısı özgünlükten uzak, yaratıcılığa kapalı, ezberci, taklitçi yapıda olmasıdır. Aslında çoğunlukla neredeyse hepsi “ikinci el düşünceler”dir.

Düşünceler deneyimle başlar, bilgiye evrilir. Beynimiz bu bilgiyi sentezleyip hareketleri oluşturur. Buna ister “etki-tepki” deyin, ister “ne ekersen onu biçersin” fark etmez. Elbette bilgi çok değerlidir, ama bizi düşünmeye sevk eden, aklımızın dinamiklerini sarsan, doğru bildiklerimizi unutturabilecek kadar sarsıcı düşünceler korkutucu değil heyecan verici olmalıdır. Hatırlayın Küçük Prens bu heyecanı değiş-tokuş için pilotla yaptığı pazarlıkta “Bana bir koyun çiz” diyerek aratmıştı. Ama bir şartı vardı, büyüklerin ilk görüşte anlayacağı gibi değil, çizilen resim sadece çocukların anlayabileceği şekilde olmalıydı. Pilotta ona üstünde delikler olan sandık resmini çizmişti. Küçük Prens böylece kutunun içinde tam da hayal ettiği koyunu görebilecekti.

Karşılaşabileceğimiz en büyük tehdit aslında birbirimizi taklit ederek, tekrar döngüsüne girmemizdir. Tekrar mekaniklik demektir. Zaten mekanik davranmaya eğilimli zihin tekrar döngüsüne girerse, yüreğiniz ile zihniniz arasında çelişkiler doğar. Bu çelişkiler yaratıcılığınızı engelleyerek enerjinizi aşağı çeker.

Geçtiğimiz ay Fazıl Say “Beethoven: Complete Piano Sonatas” Cd setini çıkardı. Bu hazırlığının neredeyse yirmi yıl aldığını söylüyor. Elbette yorumunun rahatsız ettiği tutucu klasikçiler olduğunu da ekliyor. Eleştirenlere tüm yazıda anlattığım şekilde cevap vermek isterim. Eğer kusursuz bir Beethoven yorumu dinlemek isteseydim Paul Lewis veya Igor Levit’i tercih edebilirdim. İkisi de harika çalmışlardı. Ama ben Fazıl Say’ın Beethoven’ı nasıl hissettiğini anlamak için onu dinledim. Bence harika bir yorum. Özgün, yaratıcı ve korkusuz. Mekaniklikten uzak. Fazıl Say’ın sandığın içindeki koyunu nasıl hayal ettiğini çok güzel anlatıyor.

Yeni şeyler denemekten korkmayın. Bu bizi ikinci el insanlar olmaktan çıkarabilecek tek formül. İçinizdeki çocuğa izin verin, bu sizi çok daha eğlenceli kılacak.

Sevgi ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/DBU ve Regresyon Psikoloğu

29 Mart 2020 Pazar

Sevgi ve Gelecek Umudu


Ben varoluşunu ışık işçiliği olarak tanımlayan biri değilim. Elbette bu idrak becerimin farklı bir düzlemden etkilenmediği anlamına gelmiyor. Okuduğum, anladığım, farkına vardığım her yeni bilgiyi, her yeni kavrayışı, bunu dinlemeye hazır insanlarla paylaşmaktan hep keyif duydum. Yaşadığımız bu trajik günlerde bir farkındalığı daha paylaşmak istiyorum.

Yıllar önce Kryon’un mesajlarını yazan seri kitapları okumaya başladığımda onun bizi 2012’ye ve belki de foton kuşağına hazırlamaya çalıştığını düşünmüştüm. Şimdi dünyanın nasıl hızla değiştiğini görüp, yaşanan her şeyi idrak etmeye çalıştığımda aslında Kryon’un bizim bilinç seviyemizi bugünlere hazırladığını fark ediyorum.

Lee Carroll’un 1996 yılında kaleme aldığı “İnsan Ruhunun Simyası” kitabında, Kryon ışık işçilerine şöyle sesleniyor;

“Gezegenin değişim sürecinde tüm insanlığın “büyük geçişi” tamamlayabilmesine destek olabilmek için buradayım. Benim burada yapmaya çalıştığım şey temelde size bu değişim sürecinde “huzur ve bilgi” vermektir. “Bu dönemde insanları yönetmek veya ün kazanmak için korku yayan felaket habercilerine dikkat edin.” Bu insanlar “eski enerji sistemi” ile hareket ediyor ve bu sistem artık sizin için uygun değil. Yeniçağdaki yeni enerji sistemi Sevgi’ye dayanır. “İnsan ve Yerküre” birbirinden ayrılamaz. Onlar aslında tek bir varlık olarak kabul edilirler. Toprağın titreşimi yükselmeden, üzerindeki insanın titreşimi yükselemez. “Yeniçağda değişmemeyi seçenler, onlara kendi biyolojileri tarafından aktarılan hastalık tohumlarına sahip olacaklar. Bu onların daha doğmadan önce planladıkları bir şeydir. Bu bir ceza değildir.” Başınıza gelen herhangi bir şeyin kurbanı olduğunuzu düşünmeyin. Aksine size korkutucu gelen olayların ortasında durun ve bunun planlanmasına nasıl yardımcı olduğunuzu hatırlayın. O zaman şöyle düşünebilirsiniz: “Ruhum adına, kontratımın tam merkezinde olma yeteneğini yaratıyorum.” Sizin için bundan daha güvenli bir nokta yoktur. Sevgili ışık işçileri “korku” yeni çağın düşmanıdır. İşler zorlaşıp hiç ummadığınız insanlar size sorularla geldiğinde, onlara “gelecek umudu” verin. Birçoğunuz işte bunu yaptığında kontratınızın merkezinde olacak, yolunuzun sevgiyi paylaşmak olduğunu fark edeceksiniz.”

1996 yılında yazılan birçok şeyin günümüzde yaşananlarla bu kadar çakışması size de ilginç gelmiyor mu? Televizyonlara çıkan birçok uzman birbirinden farklı görüşler öne sürüyor. İleri görüşlü olanlar “bu salgın sonrasında dünyanın değişeceğini ve artık yeni bir dünya düzeninin oluşmaya başlayacağını” dile getirmekten çekinmiyorlar. Yaşananları hala eski dünya enerjisi ve bilgisi ile anlamaya çalışan bazı bilim adamları da sürekli korku yaymaya devam ediyor.

Peki, bizim üstümüze düşen ne? Önce kendi kontratımızı gözden geçirmeli, dünyada ki yaşantımızda bir kurban olmadığımızın, tekamül yolculuğuna çıkan cesur bir ruh olduğumuzun farkına varmalıyız. Sonrasında yaşam planımızda değişim yapmak istiyorsak, bunun için hiçbir zaman geç olmadığını, bu konudaki çalışmaları her zaman gerçekleştirebileceğimizi hatırlamalıyız. Elbette sonrasında başkalarının da bu farkındalığa ulaşabilmesi için, onlara daha fazla sevgi ve gelecek umudu vermeliyiz.

Sevgi ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR/DBU ve Regresyon Psikoloğu

25 Mart 2020 Çarşamba

Karantina günlerinde ne izlemeliyim


Karantina başladığından beri ne izleyelim, ne okuyalım, bize ne tavsiye edersiniz diye çok soran var. Ne okunmalı kısmıyla ilgili bir paylaşım yaptım. O çok daha kolaydı. Ancak “Ne izleyelim?” biraz zor bir soru?

-        Hangi tür filmleri veya dizileri seversiniz?  
-        Sinema veya dizi dünyasına ne kadar ilgilisiniz?
-        Uzun soluklu şeylerden mi hoşlanıyorsunuz, yoksa kısa öz bir mesajı mı olmalı?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ama ben yolu kısaltmak için kategorileştirmeyi deneyeceğim.

Film önerileri
1.     Bence böyle bir dönemde ilk sıraya umut aşılayan, size iyi hissettiren filmleri koymalısınız. Benim seçkilerimin başında rahmetli Robin Williams filmleri var. Patch Adams, Can dostum, Aşkın Gücü ve Ölü Ozanlar Derneği diyebilirim. Ardından Amelie ve Bugün Aslında Dündü harika seçimler olur.
2.     Romantik komediler: Buraya tüm Meg Ryan filmlerini ekleyebilirim. Ama ikisini seçiyorum. Fransız öpücüğü ve Mesajınız var. Ardından hiç eskimeyen Aşk engel tanımaz, Sen uyurken ve Cennet Gibi gelebilir.
3.     Elbette Noel temalı fimler. Bence en iyileri 39.Cadde de Mucize, Şahane Hayat, Aile Babası, Tesadüf .
4.     Kader, kuantum ve seçimler konularında etkili mesajları olan filmler Rastlantının Böylesi, Kader Ajanları, Kış Masalı, Baraka, Yıldızlararası, Kaynak, Mr.Nobody, 8 Saniye.

Dizi önerileri
1.     Eskimeyen uzun soluklu diziler: Başta Fringe ve Suits gibi sizi sıkmadan 6-7 sezon götürebileceğiniz diziler. Daha kısa olsun derseniz La casa de papel, Narcos, Billions gibi yakın zaman popülerlerini tavsiye edebilirim. Atladığınız varsa çok seveceksiniz.
2.     Yeni ama umut vaat eden diziler: Paralel evrenler, zamanda yolculuk, kelebek etkisi gibi konularda kafa yormak isterseniz Dark, Counter Part, Stranger Things öncelikli olmalı bence.
3.     Lucifer ve Sex education size keyifli zaman geçirtebilecek eğlencelikler. Belki Anne-e nin iyimser dünyasına da misafir olmak istersiniz.

Youtube önerileri
İbrahim Selim’i hala keşfetmediyseniz büyük kayıp olur. Cem Yılmaz’ı konuk aldığı bölümle başlamanızı öneririm.

Önemli Not: kahramanınruhsalyolculuğu bloğumda bu filmlerin bir çoğunun incelemesi de vardır. Önce okur, sonra izlerseniz keyfiniz daha da artabilir.
Sevgiyle, Aşkla ve sağlıkla kalın,

Kartal ÖZAL
PDR, DBU ve Regresyon Psikoloğu

19 Mart 2020 Perşembe

İyimserlerden misiniz, yoksa kötümserlerden mi?


Birçok danışanım haklı olarak, ne olacak halimiz, bu durumu nasıl atlatacağız sorusunu soruyor. İçinde bulunduğumuz bu çılgın Corona Virüsü sürecini davranış bilimleri açısından ele alıp, olanları mümkün olduğunca yorumlamaya çalıştım.

Öncelikle olumlu olanlar;
Mümkün olduğunca 14 Altın kuralı uygulamaya çalışın. Ancak dikkat etmelisiniz ki zaten bu 14 kuralın ilk “7 tanesi yurt dışından geldiyseniz veya gelen biriyle temas kurduysanız geçerli.” Kalan 7 kuralda hayatımızı normal yaşamamızı engellemeyecek kurallar. Ben geçtiğimiz bir haftada birçok kişiyle bire bir görüştüm. Artık herkesin “selamlaşırken temastan kaçındığını, çantasında bir hijyenik solüsyon taşıdığını, yanında yoksa talep ettiğini, ellerini sıklıkla ve gerektiği gibi yıkadıklarını, hasta olanların sokağa çıkmaktan kaçındıklarını, diğer insanlarınsa mecbur olmadıkça dışarıya çıkmaktan kaçındıklarını” gözlemledim. Bunlar virüsle mücadelede olumlu olanlardı. Herkes sosyal izolasyona uyarsa ihtiyacı olanlar istedikleri zaman sokağa da çıkabilirler, hava güzelse deniz kenarında yürüyebilirler de. 

Olumsuz olanlar ne?
Olumsuzlukları saymadan önce birkaç kavramı açıklamak doğru olacaktır.
Şüphe ve kuşku; Bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu kestirememekten doğan kararsızlık, kuruntu ve sorgulama halidir. Gerçeği ve doğruları öğrenmekte şüphe ve kuşku insana yardımcı olan duygulardır.
Hezeyan ise şüphenin gerçeği iyice bozmuş, değiştirmiş halidir. Hezeyanlı kişi gerçekleri değerlendirememeye, gerçek ve hayali ayırt edememeye başlar. “Şüphelendiği durumları kontrol etse de, gerçekleri görse de şüpheleri azalmaz.”

                   “Bireyler, kaygı ve stres durumlarında doğaları gereği farklı biçimde düşünmeye ve hareket etmeye başlarlar.”

Bu farklı düşünme biçimine psikolojide “gerileme” denir. Kişisel özellikler gerilemede belirleyici rol oynar. Psikolojik açıdan gerileyen ve paranoyaların şiddetlendiği topluluklardaki en belirgin özellik insanların “iyimserler ve kötümserler” olarak ikiye ayrılmalarıdır. Şu anda tüm dünya böyle bir yarılmanın içine girmiş durumda. Bir grup insan bu virüsü ve etkilerini en dramatik şekliyle ele alırken, bir grup insan doğal yaşamını sürdürmeye devam etmekte.

Kaygının en büyük sebebi bu virüs hakkındaki bilinmezliğin fazla olmasıdır. Ancak kaygıyı azaltmanın en kolay yolu kendimizi izole etmek veya olası tehdidi yok saymak değil, bu hastalığın yayılımını anlamaya çalışmak ve sağlıklı bilgi edinerek kuruntuların önüne geçmektir. Örneğin grip virüsünü daha iyi tanıdığımızı sanıyoruz. Ama yılda 70 bin kişiyi kaybediyoruz. Görünürde aşısı ve tedavisi olan bir hastalıktan. Ama bu bizi korkutmuyor veya aşırı tedbir ihtiyacı duymuyoruz. Oysa her yıl form değiştirip 500 milyon insanı tekrar enfekte edebiliyor. Yıllar belki onlarca yıllar içinde corona ile de yaşamayı öğreneceğiz. Nüfusun büyük kısmı yıllar içinde enfekte olacak diyor uzmanlar. Bu sadece zaman meselesi. Alınan tüm önlemler virüsün hızlı yayılımını engellemek için, yoksa kimse bu virüsün yok olup gideceğini söylemiyor zaten.

Bu virüs yayılmaya başladığı andan beri televizyonlar ve sosyal medya yoluyla bir sürü uzman görüşünü dinleme fırsatı bulduk. Bunların içinde iyimserler olduğu gibi, sürekli olumsuzlukları yaymaya çalışan kötümserlere de sıkça rastlıyoruz. Özellikle sosyal medyada “Vakaların hepsi açıklanmıyor, aslında sanılandan çok daha fazla, yeterli önlem alınmıyor, süreç gizleniyor” gibi söylemlerle ve dramatik videolar, hatta çok gereksiz ayrıntı içeren sözde bilgilerle “kişisel hezeyanlarını, toplumsal hezeyana” çevirmeye çalışan sayısız kötümser paylaşım var.

Peki ne yapmalıyız?     
  • Ne olur artık benim şu hastanede karısı, kocası çalışan bir tanıdığım var diye başlayan hiçbir paylaşıma kulak asmayın, hatta bu paylaşımları yapan tanıdıklarınızı bir süre sosyal medyada takip etmeyi bırakın,
  • Üye olduğunuz watsup gruplarından bir süreliğine ayrılın,
  • Evlerde karantina da kalıyor veya işinizi evden yürütüyorsanız, gün içinde mutlaka sevdiğiniz insanlarla konferans görüşmeleri yapın,
  • Gelecek planları üzerine çalışın, örneğin önümüzdeki yaz ne yapacağınızı planlayın, bu süreç bittiğinde neler yapacağınızı hayal edin ki endişeniz azalsın. Ayrıca alt beyniniz yaşamınızı sürdürmek adına yeni kararlar aldığınızı fark etsin,
  • Gün içinde güneşli günlerde balkona veya varsa bahçeye çıkın, yüzünüzü güneşe dönün ve güneş ışığının içinize yayıldığını ve tüm bedeninizi yıkadığını hayal edin.
  • Sizi mutlu eden insanları arayıp dedikodu yapın, havadan sudan bahsedin. Onlara zaman ayırın, kısacık süreler içinde olsa mutlaka pozitif şeylerden konuşun,
  • Ailenizle monopoly, sessiz sinema, kelime bulmaca vb oyunlar oynayın,
  • Çocuklarla çok detaylı konuşmayın, bu süreci bir oyun gibi anlatın,
  • Evdeyken saatlerle hareket etmeyi bırakın, takıntıları azaltmanın en kolay yolu değişik şeyler yaparak beynimizi şaşırtmaktır,

Unutmayın bu virüsün etkisinin azalmasının ardından uğraşacağımız psikolojik ve fizyolojik sorunlarımız, ne yazık ki corona virüsünden çok daha fazla olacak. Önümüzdeki yaz “evham, kuruntu, takıntı hatta fobilerle” daha çok baş etmeye çalışacağız.
Sonuç olarak tüm insanlık önemli bir sınavdan geçiyor. 
Ayrımın neresindesiniz? 
İyimserlere mi, yoksa kötümserlere mi katılacaksınız?

Sevgi ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
Regresyon Psikoloğu ve Davranış Bilimleri Uzmanı