25 Kasım 2013 Pazartesi

Biz Erkekler Hala Küçük Perilere İnanıyoruz

Eril ve dişil yanlarımız birçok konuda ayrı kutuplarda olan, ama aynı zamanda ayrılmaz parçalarımız.
Teorik olarak mantıklı, akıllı, gerçekçi davranan yanımız eril, duygularıyla hareket eden, tutkulu, sezgisel, bazen kaprisli ve alıngan yanımız ise dişil.
Peki, pratikte gerçekten böylemi? Hadi ikili ilişkilerimize bakalım…
Mesela o mantıklı, akılcı, gerçekçi erkek;
-          Ondan birkaç güzel kelime duymak isteyen kadın karşısında,
-          Trafikte basit bir hata yapan diğer şoför karşısında,
-          Tuttuğu takım yenilgiye uğradığında,
-          Yaşadığı evin sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğinde……nerede?
Geçenlerde Ankara yolunda “Gece Yarısından Önce” serisinin üçüncü filmini izledim. Filmin son bölümünde tipik bir karı-koca kavgası var. Kadın bir ara diyor ki;
“Bir yere mi gidiyoruz, sen kendi eşyalarını topluyorsun, ben kalan her şeyi.” ve ekliyor. “Siz erkeklerde neyi seviyorum biliyor musun? Hala sihre inanıyorsunuz. Küçük periler çorapları topluyor, küçük periler bulaşık makinesini boşaltıyor, küçük periler çocuklara güneş kremi sürüyor. Küçük periler yemek pişiriyor. Küçük periler, küçük periler.”
Ekleyeyim, bence alışverişi de onlar yapıyor. Bu nedenle de akşam işten eve yorgun geldiğimizde şımartılması gerekenin kendimiz olduğunu düşünüyoruz. Kadınlar bütün gün evde ne yapıyor olabilir ki? Baksanıza bütün işleri küçük periler yapıyor.
Evet, itiraf ediyorum. Biz erkekler o küçük perilere hala inanıyoruz.
Nerede gerçekten o mantıklı, akılcı, gerçekçi erkek? Kazandığı para yaşadığı hayata yetmediğinde, çocukların sorumluluğunu paylaşmak gerektiğinde, hayat elimizden bir kelebek gibi uçup giderken televizyonun mu, bilgisayarın mı yoksa telefonun mu arkasında saklanıyoruz?
Hayat hiçte teoride ki gibi ilerlemiyor. Biz erkekler o küçük perilere hala inanıyoruz da, üç kuruşu otuz kuruş gibi harcayabilen evimizdeki gerçek simyacıyı gözden kaçırıyor, ona teşekkür etmeyi ihmal ediyoruz. Dışarıda veya evde çalışan tüm kadınlara en derin saygılarımla.
Bu dünya sizinle çok daha güzel,
Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL

PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

18 Kasım 2013 Pazartesi

İçinizdeki 10.Adamı Susturabilirsiniz

Geçenlerde günü birlik Bodrum’a seyahat etmek durumunda kaldım. Türk Hava Yollarının muhtemelen yeni uçaklarından biriydi. Şu koltukların arkasında multimedya ekranı olanlardan. Ekrandan bir film seçtim ve izlemeye başladım. Brad Pitt’in “Dünyalar Savaşı – Z” adlı gerilim-aksiyon türünde bir filmdi. (Genelde kafamı boşaltmak için fantastik şeyler izlemeyi severim.) Filmde Brad Pitt’in Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü adına “insanların hızla zombiye dönüşmesine” neden olan bir virüsün kaynağını arayıp tedaviye ulaşma çabası konu alınıyor. (Zombi efsanesinin esin kaynağı Afrika kökenli ve Haiti ile Batı Hint Adaları'nda yaygın olan voodoo inancındaki “yeniden diriltilen insanlar”dır.)

Aşıyı bulabilmek için yola çıktığı bilim adamıyla uçaktaki sohbetlerinden birkaç alıntıyı aktarayım. Bilim adamı filmin bir yerinde diyor ki;

1.“Tabiat ana bu virüsü yayarak bir seri katil gibi davranıyor. Her seri katil ardında özellikle kırıntılar bırakır. Bu virüste öyle yapıyor. Zor olan o kırıntıları fark edebilmek.” 2012 yılı sonrasında gelişecek olan bilinç evrimi sonrasında dünyada önemli nüfus azalması olacağı sıkça dile getirilmekteydi.

2. “Bazen bir virüsün en acımasız yanı diye düşündüğün şey, aslında zırhının içindeki zaafıdır. Zaaflarını güçlü yanıymış gibi kamufle etmeyi çok sever.” Çok güçlü görünen insanlara da baktığımızda o maskelerinin altında bazen çok yalnız, bazen çok zayıf ya da kırılgan olabildiklerini biliyoruz. Bu teoriye göre de iyileştirilmesi gereken şey o kabuk, yani kişilerin gereksiz fedakar, gereksiz güçlü veya dayanıklı görünmesidir.
Filmde virüs o kadar hızlı yayılıyor ki, sonunda dünyada güvenli alanlar son derece azalıyor. En kuvvetli direnci proaktif davranarak şehrin etrafına sur ören ve girişleri denetime alan Kudüs gösteriyor. Peki Kudüs’ün bu kadar hazır olabilmesinin ardındaki sır ne? Brad Pitt bunu öğrenmek için Kudüs’e gidiyor. Kudüs’te bu organizasyonun ardındaki en güçlü kişi ile görüşüyor. O kişi bu proaktif davranışın ardındaki sırrı şu kelimelerle anlatıyor.
-          1930 larda Yahudiler toplama kamplarına gönderilebileceklerine inanmayı reddettiler.
-          1972 de olimpiyatlarda katledilebileceklerini anlamayı reddettiler.
-          1973 de arap askeri hareketlerini gördüler. Ancak bir tehdit oluşturmadığına oy birliği ile karar verdiler. Bir ay sonra saldırıya uğradılar.
Bu yüzden değişiklik yapmaya karar verdiler. 10.ADAM. 9 kişi aynı bilgilere bakıp tamamen aynı sonuçlara ulaşırsa, 10.Adamın görevi otomatik olarak aynı fikirde olmamak. Ne kadar olanaksız görünürse görünsün 10.Adam diğer dokuzunun yanıldığı varsayımını araştırmak zorundadır. Sonrası zombilere daha gerçekçi şekilde yaklaşan klasik bir gerilim filmi.

Ancak o günden beri aklımda bu 10.Adam teorisi dönüp duruyor. Aslında hepimizin içinde sağlıksız çalışan bir 10.Adam var. Siz tam bir işe girecekken, evlenmek üzereyken, gemileri yakıp gitmek üzereyken, yani birçok olumlu anda tam da düşüncesizce bir fikir birliğiyle olayların tam da içine sürüklenebilecekken, o ana kadar aklınızdan geçenin tamda tersini size savunan bir 10.Adam çıkıverip sizi yolunuzdan alıkoymak için müthiş bir direnç gösteriyor.

Her ne yapacaksanız tam da tersine karar veriyorsunuz ve sonra da şaşa kalıyorsunuz kendi verdiğiniz karara. Kendinize mantıklı bir cevap arıyor, ancak bulamıyorsunuz. İşte bu kararınızın sorumlusu olan 10.Adamı susturabilir ve yüreğinizin sesine kulak verip eyleme geçebilirseniz değişim başlıyor. Hayatınız yenileniyor. Mutluluk size içinizdeki ses kadar yakın aslında. Sadece aklınızı mı, yoksa yüreğinizi mi dinleyeceksiniz ona karar vermeniz yeterli.
Hadi artık siz düşünün,

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL,
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

17 Kasım 2013 Pazar

Rüyalarımda üç misafirim var; Beyaz yılan, Beyaz Aslan ve Beyaz Kartal

Rehber rüyalar genelde bize bir mesaj taşıyan, sabaha karşı gelen, sonrasında bizi uyandıran, hemen her detayını hatırlayabildiğimiz rüyalar olarak adlandırılır. Açıkçası geçen yaza kadar rehber rüyalarımdan ancak birkaçına anlam aramıştım. Geçen yaz başında bir gece rüyamda boynunda tüyler bulunan beyaz bir yılan gördüm. Üzerine araştırma yaptığımda Tüylü yılan Ku-kul-kan’ın galaktik ırka mensup varlıkların bırakmış oldukları bilginin son izi olduğunu öğrendim. Yılan aynı zamanda galaktik uygarlığın da sembolüydü. Galaktik ırkın diğer adı da yılan oğullarıdır. Yılan oğulları demek, galaktik ırka mensup kişiler demektir. Guatemala tradisyonuna göre onlar göksel okyanusun kalbinden gelmişlerdir, hayrın tezahürü, gün doğuşunun, Tan'ın efendisidirler.
Tam bu yılan bana ne anlatmak istiyor derken, bir başka akşam beyaz bir aslan gelmesin mi? Hemen araştırmaya başladım. Beyaz aslanın görevinin ilahi ışığın tüm insanlığa şifa dağıtmasına yardımcı olmak olduğunu öğrendim.
Son olarak bu yaz Hans Stan Dam dan aldığım regresyon ileri eğitiminin akşamlarından birinde ise rüyamda beyaz bir kartal görerek üçlemeyi tamamladım. Beyaz kartalın çağrısı açıktı. Tüm söylencelerde bir kartalın aniden ortaya çıkışı şamanlığa çağrılışın belirtisi olarak yorumlanır.
“İlk Şaman anlatısı… Başlangıçta Tanrılar insanı yaratmışlar ve insan, kötü ruhlar yeryüzüne hastalık ve ölüm saçıncaya dek mutlu yaşamış. Tanrılar hastalık ve ölümle savaşmak üzere insanlara bir şaman armağan etmeye karar vermişler ve Kartalı göndermişler. Ama insanlar onun dilini anlamamışlar. Kartal geri dönüp, Tanrılardan kendisine konuşma yetisi vermelerini istemiş. Tanrılarsa kartalı yeryüzünde rastlayacağı ilk kişiye şamanlık yetisi vermesini buyurarak, tekrar dünyaya göndermişler. Kartal yere inince bir ağaç dibinde uyuyan bir kadın görüp onunla çiftleşmiş. Bir süre sonra kadın bir oğlan doğurmuş ve bu çocuk "ilk şaman" olmuş. Değişik bir anlatışa göre ise, kadın Kartalla çiftleşince kendisi şaman olmuş...
Turukhansk Yakutlarında da kartala ilk şamanın yaratıcısı gözüyle bakılır. Fakat kartal ayrıca Ajı Tojen ("Işığın Yaratıcısı'') adını da taşır. Ajı Tojen'in çocukları, Evren Ağacının dallarına konmuş ruh-kuşlar olarak tasarlanır.
Ağacın doruğunda olasılıkla Ajı Tojen 'in kendisini simgeleyen çift başlı Kartal, Tojon Kötör ("Kuşlar Beyi'') bulunur, Yakutlar, birçok başka Sibirya halkları gibi, Kartal ile kutsal ağaçlar, özellikle huş veya kayın ağacı arasında ilişki kurarlar. Ajı Tojen şamanı yarattığı zaman gökteki malikanesine sekiz dallı bir huş ağacı da dikmiştir ve bunun dallarında, içinde Yaratıcının çocukları bulunan yuvalar vardır. Ayrıca yeryüzüne de üç ağaç dikmiştir ve bunun anısı olarak şamanın da, yaşamının bir anlamda yaşamına bağlı olduğu bir ağacı vardır. Şamanların sırra-erme rüyalarında adayın, doruğunda Dünyanın Beyinin bulunduğu Evren Ağacının yanına götürüldüğünü anımsayalım. Bazen bu Yüce Varlık bir kartal biçiminde tasarlanır ve ağacın dalları arasında geleceğin şamanlarının ruhları bulunur.”
Şamanın göreve çağrılması olayında ataların ruhlarına düşen rol gerçekte, sanılabileceğinden daha az önem taşır. Söz konusu atalar, Kartal biçimi altında güneşi simgeleyen Yüce Varlık tarafından doğrudan doğruya yaratılmış olan mitsel "ilk şamanın" torunlarından başka bir şey değildir.
Hadi bakalım top sizde. Şimdi bu rüyalar bana ne anlatmak istiyor ve neden çok kısa aralıklarla konuğum oluyorlar. Bu konuda fikri olanlar bana kartal.ozal@gmail.com adresinden ulaşabilir veya facebook sayfamdan özel mesaj atabilirler.

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

16 Kasım 2013 Cumartesi

Erkeklerin dünyasında “Güzel” olabilmek!...

Erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz. Kadınlar yaratıcılıkta, sezgisellikte, taktik geliştirme ve uygulamada vb. bir sürü özellikte bizden çok üstün olmalarına karşın masumiyetlerini korumakta zorlanıyorlar. Çünkü gerçek anlamda mutlu olabilmek için içlerindeki “Çirkin”i uyandırmaları gerekiyor. Sevgili Hans Stan Dam’ın bu yaz söylediği gibi “Azıcık kötülük kadına seksapel katar”.
Jung bazı mitlerin kolektif bilinçdışımızın en derin köşelerine kaydedildiğini söylüyor. Mesela cinselliği yeni uyanan bakire genç kız arketipi. “Güzel ve Çirkin” masalındaki “Güzel” karakteridir o. Masalı bilmeyenler için hızlıca özetleyeyim.
“Güzel”, dört kız kardeşin en küçüğüdür. Bencillikten uzaklığı ve bitmez tükenmez iyiliği sayesinde başta babası olmak üzere herkesin gözdesidir. Ablaları babalarından pahalı hediyeler isterken, o bir tek beyaz gül ister. Babası o beyaz gülü “Çirkin”in bahçesinden çalarken yakalanınca, babasının ölümünü engellemek ve onun yerine geçmek için “Çirkin”in şatosuna gider. “Çirkin” bu büyülü güzelliğe aşık olur ve evlenmek ister. Ancak “Güzel” reddeder. Gel zaman, git zaman bir gün büyülü aynada babasının ölüm döşeğinde olduğunu görünce çirkinden bir hafta izin ister. “Çirkin”, bir şartla gönderir onu. Eğer o gecikirse kendisi ölecektir. Ablaları kıskançlıklarından çeşitli oyunlarla onu geciktirirler. “Güzel” bunu fark ettiğinde “Çirkin”i kurtarmak için şatoya geri döner. “Çirkin” ölüm döşeğindedir ve ona onsuz yaşayamayacağını söyler. “Güzel” de ona, onsuz yaşayamayacağını söyler ve iyileşirse onunla evleneceğine söz verir. O anda şatonun ışıkları yanar. “Çirkin” ortadan kaybolmuş, yerine “Yakışıklı Prens” gelmiştir. “Güzel”, “Çirkin” in içindeki iyiliği fark ederek yapılan büyüyü bozmuş ve “Prensi” özgür bırakmıştır. (Psykhe ve Eros arasındaki hikaye de buna çok benzer).
Masalda anlatılan bakire arketipi her insanın içinde vardır. Çocukluktan kadınlığa geçiş eski çağlarda törenlerle kutlanırdı. Yaşadıklarımız bilinçaltından silinmedikçe herkes genç bakireyi hatırlayacaktır. Bazı kadınlar bakirenin masumiyetine fazlaca tutunarak dualist dünyadan kaçınsalar da, genellikle kadınların güçlü bir Amazon veya hayatını kendi başına yaşamayı seçen güçlü bir kadın rolü oynadıklarını görüyoruz. İster Amazon, ister iş dünyasında başarılı bir kadın figürü olun, sonunda içinizdeki “Güzel” karakteri insanlara güvenmeyi ve içindeki iyiliği ortaya koymayı seçebilir. Kadınların belki de en önemli özelliklerinden birisi görünenin ardında gizli olanı fark edebilmeleri ve sezebilmeleridir. Dolayısıyla bence bu erkek egemen dünyada kadının geleceği, erkek gibi davranmaktan ve erkeksi yanlarını geliştirmekten değil, içlerindeki “Bakireye - Güzele” güvenmekten ve koşullar ne olursa olsun sezgilerine kulak vermekten vazgeçmeden, sadece ona seksapel katacak olan kötülükten  bir doz alıp kendine homeopati uygulamasından geçecektir. Kadının elindeki en önemli araç yine kendisidir. Elbette kullanmayı bilene!...

Önemli Not: Homeopati, eski yunancadan gelen (homeos:benzer) ve (pathos:acı çekmek) kelimelerinden oluşur. Benzeri benzerle tedavi etmek anlamına gelir. Burada kadın kötülüğü kabul ederek, hatta bir küçük doz uygulayarak kötülüğe direnç kazanması, dolayısıyla dualist dünyaya uyum sağlayabilmesi kastedilmiştir. 

Sevgiyle ve Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

16 Ekim 2013 Çarşamba

Yüzyıllık Yalnızlık

En büyük yalnızlık insanın kalabalık içinde hissettiği yalnızlıktır ve kalabalık ne kadar artarsa o kadar şiddetlenir yalnızlığı insanın. Sanki bedeni bile terk etmeye başlar insanı. Önce sesi gider, kısılır kalır, ardından sıcaklık basar her yanı, teninin rengi değişir, sanki havadaki oksijen bile çekilir gider. Elleri terk eder sonra insanı, sanki ruhu çekilir insanın, o bile gider. En büyük yalnızlık insanın sevdiklerinin yanında hissettiğidir. Ben kalabalık bir ailede büyüdüm ve yıllarca babamın yanında yalnız hissettim kendimi. Terk edilmiş hissettim.

“Beni sevmediğin zamanlarda, Alıştım susmaya
 Hiç ağlamadım, ağlamadım, Alıştım susmaya,
Çok zor bazen nefes alabilmek”

diyor Emre Aydın bir şarkısında ve bir başkasında,

“Gülüşlerim vardı benim … Ben kimim, ben neredeyim ?
Tam karşıya geçerken bıraktığın o el benim”

diyor. İşte tamda bu duyguydu hissettiğim, tamda caddenin ortasında sanki bırakmıştı elimi, yapayalnız kalmıştım. Hiç kimse veya hiç bir şey dolduramamıştı içimdeki boşluğu. Kalbimde bir enfarkt alan oluşmuştu, hissetmiyordu artık. Sanki tek taraflı fesih etmişti aramızdaki anlaşmayı babam.

En sevdiğim kitaplardan biri Gabriel Garcia Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabıdır. Bir çocuğun kocaman bir evdeki hikayesini anlatır. Yıllar sonra fark ettim anlaşmaya uymayanın kendim, asıl yalnızın olanın babam olduğunu. Seneler boyunca hissettiğim yalnızlık işte o zaman kalktı üstümden, bununla birlikte farkındayım ki hala korkarak sarılıyorum ona. Hala beni fark edecek mi acaba diye düşünüyorum, yoksa “Allahaısmarladık” bile demeden çıkıp gidecek mi? Márquez veda mektubunda “Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim” diyor aynı veda mektubunda…

“Eğer tanrı bana birazcık can verse ve ödüllendirse yeniden, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim belki, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirirdim. Eşyaların maddi yönlerine değil, anlamlarına değer verirdim. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Eğer tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Eğer bir yudumluk yaşamım daha olsaydı karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylerdim. İnsanlara, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır aslında. Çocuklara kanat verirdim ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanakta sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... artık ölebilir miyim?” de diyor…

Yuvaya mutlu ve görevi tamamlamış olmanın haklı gururuyla dönebilmek için sevdiklerinize, hatta sevemediklerinize de yeni bir gözle bakın ve anlaşmaya uymayanın kendiniz olabileceğini unutmadan dönün yüzünüzü güneşe. Sadece bedeninizi değil, ruhunuzu da açın tüm çıplaklığıyla korkusuzca. Ne olur kendinizi çok zorlamayın, bırakın, unutmayın en güzel şeyler onları en az beklediğiniz zaman gelir. Sadece ana bırakın kendinizi.

Mutlu bayramlar…
Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

23 Eylül 2013 Pazartesi

Ruhum Bana Fısıldadı ve dedi ki;

“Ruhum bana fısıldadı” diyor Halil Cibran bir şiirinde. “Ruhum bana fısıldadı ve güçlü ve zayıf olarak ikiye ayırdığım insanların aslında benim gibi olduğunu söyledi. Acıdığım veya imrendiğim insanların, takip ettiğim veya meydan okuduğum insanlardan aslında hiçbir farkım olmadığını söyledi.”

Her yaptığım çalışmada, neredeyse her yaptığım seansta bende aynı şeyi fark ediyor ve irkiliyorum. Terapist neyse danışanı O’dur derler, ne kadar doğruymuş. Ben hangi konuda kendimi geliştirip, o konuda daha iyi sonuçlar almaya başlasam, tamda o konuda daha fazla iyileşme ihtiyacı duyanlar gelmeye başlıyor. Bu elbette tesadüf değil, gerçekte çekim yasası.

“Biliyorum benim özüm, onların özü. Benim vicdanım, onların vicdanı. Benim içimde parlayan ışık, onlar sayesinde yanıyor. Benim yolculuğum, onların yolculuğu aynı zamanda. Onlar yükseldiğinde, bende yükseliyorum. Onlar ışıldadığında bende şarj oluyorum.”

Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki “Işığı taşıyan olsan bile, sen ışığın kendisi değilsin.” Danışanlarım benliklerini bana açtıkça, hiçbir sırrın kalmadığını fark ediyorum kendi yüreğimde de. Onların ruhsal yolculuğunda mesafe aldıkça kendime yaklaşıyorum ve kendime yaklaştıkça onların ruhlarını daha iyi anlıyorum.

Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki “Dokunduğun her şey arzunun bir parçası, ama asıl arzuladığın cisimlenmemiş olana duyduğun özlemdir.”
Ruhum bana fısıldamadan önce inanıyordum, ruhum bana fısıldadıktan sonra şimdi biliyorum. Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki “Zamanı dün, bugün ve yarın diye ayırma. Geçmişi asla geri gelmeyecek, geleceği asla ulaşılamayacak sanma, yapılan her şey şimdi ve burada değişebilir. Unutma, burası, orası, şurası yok. Sen her yerdesin.”

Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki “İnsanların iyisini ve güzelini sevmek kolaydır. Zor olan hor görüleni sevmektir. Şimdi biliyorum ki sevgiye en çok ihtiyaç duyanlar, aslında onu en az hak ediyor görülenlerdir.”
Ruhum bana fısıldadı ve dedi ki; “Yaratanı ve yarattığı her şeyi tanımaya çalış, her şeyi sev, ama önce kendinden başla!”

Aşkla ve sevgiyle kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

30 Ağustos 2013 Cuma

Ölümden öte köy var mı? - 1

Sevgili dostlar uzun bir dönem sonra nihayet tekrar yazmaya vakit ayırabildim. Arayı bu kadar açtığım için sabırsızlananlar ve sitem edenler var. Ne olur kusura bakmayın. Biliyorsunuz bu kış benim için oldukça yoğun geçti. Dolayısıyla biraz dinlenmek ve bu sırada kendimi de dinlemek istedim. Bugün sizinle oldukça merakla okuyacağınız bir konuyu paylaşacağım.
“Ölümün ötesinde neler oluyor?”
Uzun bir süredir çeşitli terapi çalışmaları yapıyorum. Bu çalışmalarım son zamanlarda çoğunlukla geçmiş yaşam regresyon terapisi alanında yoğunlaşmaya başlamıştı. Bir geçmiş yaşam regresyon çalışması seansında üç önemli aşama var. Bunlar; keşif, çözümleme ve tamamlama aşamaları. Bana gelen birçok danışan aslında keşif bölümünü merak ederek geliyor.
     “Acaba geçmiş yaşamlarımda kimdim?”,                                                                                         “Nasıl bir hayatım vardı?”,                                                                                                              “Bir ruh eşim var mıydı ve onu tekrar görebilecek miyim?” ve elbette…                                        “Nasıl öldüm? Ölürken yalnız mıydım? ”  vs.
Birçok geçmiş yaşamımı keşfetmek için çokça çalışma almış biri olarak, ben de aynı soruları bolca sormuştum. Keşif bölümü elbette ilginç olmasının ötesinde tüm çalışmayı yönlendiren yapısıyla oldukça önemli bir aşama. Ancak ben bugün sizinle bu keşfin sonunda danışanların o geçmiş yaşamlarında öldükten sonra,  ruhları bedenlerinden ayrıldığı andan itibaren verdiği bilgileri ve deneyimleri paylaşmak istiyorum.
Düzenli terapi çalışmaları yapan bir çok terapist bile ölümden sonraki bu bölümü çok uzatmak istemiyor, hatta belki de bir çok danışan gibi bu bölümden biraz korkuyor. Oysa bence çözümlemenin başladığı bu bölüm, en az keşif bölümü kadar, belki de ondan çok daha ilginç. Danışanların birçoğu özellikle de travmatik bir geçmiş yaşamı ve/veya ölümü olmuşsa, daha önce onlarca belki de yüzlerce geldiği ve “yuva” diyebileceği bu yerde müthiş bir huzura kavuşuyor. Ben “O geçmiş yaşam bitti ve geride kaldı, artık ışıktasın!” dediğim andan itibaren bedeni gevşiyor, yüzüne bir gülümseme yayılıyor ve adeta tüm yaşamlarının bilgeliğine tekrar kavuşuyor.
Akla gelebilecek her şekilde, hatta aklınıza bile gelemeyecek şekillerde ölen insanlar sayısız kere bana, ışığa geçtikten sonra ölümden korkmamız için tek bir nedenin bile olmadığını gösterdi. O yere göğe koyamadıkları fiziksel bedenini geride bıraktığı andan itibaren, sanki üzerindeki tüm ağırlıklardan kurtulmuş gibi inanılmaz bir rahatlama ve özgürlük duygusu her yanınızı kaplıyor. İnsan kendini o kadar özgür ve sınırsız hissediyor ki, sanki ışığın bir parçası haline geliyor. Artık tüm bilgiye hakim, artık her şey saf ve açık, artık “iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış” yok. O geçmiş yaşamda onlara akla gelemeyecek kötülükleri yapanları bile çözümleme çalışmalarından sonra affedebiliyor, hatta deneyimlerine yardımcı oldukları, kendilerine yol gösterdikleri için onlara teşekkür bile edebiliyorlar. Kulağa imkansız gibi geliyor biliyorum, ama inanın buna sayısız kereler tanık oldum. Işıktaki bilgelik o kadar yoğun ki, bazen çokta spiritüel düşünmediğini zannettiğiniz insanlar bile size bilgelik dersi verebiliyorlar. Keşif bölümünde hayatının zor bölümlerini görmek insana ağır gelse de, ışığa geçip bu deneyimleri neden yaşadığını ve belki de daha önemlisi neden şimdiki yaşamında bunların izlerini taşıdığını öğrendiğinde hiçbir yargılama, suçlama, eleştirme yapmadan içsel kabule geçebiliyor. İşte bu içsel kabul ve anlayış şimdiki hayatında aklının halledemediği tüm sorunlara çare olabiliyor. Ruhun hissedebildiği ve taşıdığı tek acı vicdan azabıdır. Kişi önceki yaşamlarında yaptığı veya yapmadığı şeylerden dolayı vicdan muhasebesini bitiremiyor ve kasası sürekli açık veriyorsa, kendi yüksek benliğiyle ışıkta buluşup çözümlemeye ihtiyacı var demektir. Vicdan azabını ortadan kaldırdığında ise bu hayatında sevginin, başarının, mutluğun kapısını aralayıverir. Bazen çözüm aslında tamda önümüzdedir. İhtiyacımız olan tek şey fiziksel engellerden ve sınırlardan kurtulup, ışığa yükselmektir.
devam edecek…

Sevgiyle ve aşkla kalın,
Kartal ÖZAL
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı

6 Haziran 2013 Perşembe

Ramtha’nın bahsettiği “Gri Adamlar” İndigolara karşı!...

Geçen hafta Gezi Parkında başlayan şiddetsiz eylemle Türkiye’de sivil sesin organize olabildiğini, her türden kutuplaşmanın “Üç tane ağaç, bir karış toprak” için politize olmadan birleşebildiğini görmek çok sevindirici.
Devrim ve aşk üzerine okuduğum en güzel romanlardan biri Vedat Türkali’nin “Bir gün Tek Başına” sıydı. Bu romanda Türkali, Türkiye’de devrimci hareketin başarısız olmasını karşısında  burjuvazinin olmamasına bağlıyordu. Yıllar içinde bir burjuva kültürü oluştu mu, bunu sosyolog arkadaşlara sormak lazım. Ama bir nebze oluştuysa bile, işte o burjuvaların yetiştirdiği çocuklar bugün Taksim’de taşsız, sopasız, şiddetsiz eylemlerle bir devrim gerçekleştiriyorlar. “Canım bir süre sonra hepsi unutulur”  diye düşünenler varsa şunu söylemeliyim. “Taksim’de indigoların önderliğinde başlayan bu devrimin dünyadaki spiritüel hazırlıkları doksanlardan beri sürüyor. Yani birkaç kişinin durup dururken aklına gelen bir şey değil bu yaşananlar, ruhsal anlamda yıllardır ekilenlerin sonucu. Gazın, suyun, copun şiddetine rağmen, insanların giderek çoğalmasını bazı insanların aklı almıyor biliyorum. Çünkü bu aklın değil, ruhun devrimi ve artık hiçbir şey aynı olmayacak.” Dolayısıyla bu bilinç evrimine uyum sağlayabilen, dönüşebilen, değişebilen politikacılarla güzel günler göreceğiz. Şu anki yapıyla pek mümkün görünmese de, her geçen gün yaratılan sinerjiyle bu yapıda oluşacaktır.
Konu sadece alanını korumak olduğunda bu milletin dayanma gücünün ne kadar yüksek olduğunu bize 275 kiloyu kaldıran Seyit Onbaşı, orduya sadece 8 saat kazandırabilmek için ölen Yahya Çavuş, Çiğiltepeyi ele geçiremediği için utancından intihar eden Albay Reşat bey göstermişti. Biz bugün onları unutmuş gibi davranıyor olsak da, bu onların gerçek olmadığını göstermez. Tıpkı birileri yok saysa, küçümsese de Taksimde binlerce insanın sürekli nöbet değişiminde olması gibi. Ramtha seksenlerde gri adamlardan, onların dünyanın globalleşmesindeki, ekonomisindeki ve elbette savaşlardaki rollerinden bahsetmiş ve bizi bu günler için uyarmıştı. O gri adamlar şimdi “Ne güzel uyuyorlardı kardeşim, niye uyandırıyorsunuz” diye iç geçiriyorlardır. Ezoterizm eğitimlerimde benimde en çok üzerinde durduğum konulardan biri dünyanın negatife doğru düşüş sürecini halen devam ettirdiğidir.
Yeterince inanırsak yapamayacağımız hiçbir şey yok bizim, yeter ki kimsenin maşası olmayalım, politize olmadan ağaca, toprağa, vatana sahip çıkalım. Biz Anadolu insanıyız. Doğu ile batının, eril ile dişinin, akıl ile ruhun birleştiği yerdeyiz. Bugün ülkemizde yaşanan her şey gün gelecek tüm dünyaya ışık tutacak.
Bu arada yıllar önce Berlin’de aklıma gelen bir anımı paylaşmak istiyorum sizinle. Ben küçükken babaannemler Harbiye - Elmadağ’da otururdu. 9-10 yaşımdan itibaren özellikle kış aylarında bazen bir demet çiçek alıp ziyaretlerine gitmek, büyükbabamla Cumhuriyet gazetesinin Pazar bulmacasını çözmek benim için büyüdüğümü göstermek demekti. 1978 kışında bir pazar aynı niyetle gittiğimde, büyükbabamın Gezi Parkında olduğunu söyledi babaannem. Yanına gittim, Gezi Parkında bir kestane ağacının şahitliğinde iki saat bulmaca çözdük kara kışın ayazında. Nasıl üşüdüğümü bugün gibi hatırlıyorum. Bu anıyı belki otuz yıl sonra yine kara kışın ayazında gittiğim Berlin’de bir parktan geçerken tekrar hatırlamıştım. Bu büyükbabamla baş başa geçirdiğim tek andı, ya da benim gerçekten yalnız olduğumuzu hatırlayabildiğim tek anı. O zamanlar orası gerçekten Gezi Parkıydı. “Şimdi Gezi Parkındaki tüm şiddetsiz eylemciler büyükbabamla yalnız kaldığım tek ana şahitlik eden o kestane ağacına sahip çıkarak, anılarıma, geçmişime, bir o kadar da geleceğime sahip çıkıyorlar aslında.” Herkese yürek dolusu teşekkürler!...
Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL

PDR / Davranış Bilimi Uzmanı

24 Nisan 2013 Çarşamba

Sizde mi melektiniz?


Son zamanlarda melek, meleksi gibi kavramlar fazlasıyla girdi hayatımıza. Kendisini insanları geliştirmeye adamış birçok spiritüel yönlendirici, ne zaman süre gelen güçlü paternlerlekarşılaşsa, değişime diğer insanlardan biraz daha dirençli birini görse “melek” tanımlamasını yapıştırıyor.

  ü  Dünyayı ve insanları anlamakta, dahası onlara uyum sağlamakta güçlük çekiyor musunuz?   
  ü  Çoğunlukla insanları küçümsüyor veya düzeltme ihtiyacı duyuyor musunuz?                  
  ü  Çevrenizdeki insanlara karşı genellikle aşırı duyarlı mısınız?                                 
  ü  Etrafınızdaki insanların çoğunlukla iyi niyetinizi kullandığını düşünüyor musunuz?                                
  ü  Özellikle maddi konularda güçlük yaşıyor, buna rağmen paraya önem vermemeye devam ediyor musunuz?                                                          
  
ü  Çoğu zaman içinizden bir ses sizin buraya ait olmadığınızı söylüyor mu?                        
ü  Birçok kez aldatılmanıza rağmen hala insanlara  güvenmek mi istiyorsunuz?                         
ü  Her şeye rağmen kendinizi iyi olmak zorunda hissediyor musunuz?

Bingo!... Sizde aslında bir Meleksi’siniz. Endişelenmeyin, siz aslında dünyayı ve insanları daha yakından tanımak istiyordunuz. Tanrı’da “Bir gidin görün bakalım, o kadar kolay mı!” diyerek sizi buraya gönderdi. Nasıl olsa öldükten sonra da O’nun yanına dönüp “Haklıymışsın Tanrım! İnsan olmak gerçekten çok zormuş!” diyecek ve asli görevinize geri döneceksiniz. Ben yıllardır yanlış öğrenmişim. Aslında ne kadar kolaymış. Size bir melek uyumlaması, amigdalanıza damardan bir melek kodlaması yazıyorum. Artık Tanrı tarafından cezalandırılmak amacıyla dünyaya düşmüş bir melek olduğunuzu bilerek, keyifle yaşamaya devam edebilirsiniz.
Meğer meleklerinde özgür iradesi varmış, onlarda Tanrı’nın yarattıklarını küçümseyip, yargılıyormuş ve Tanrı onları cezalandırmaya pek meraklıymış. Son günlerde onlarca danışanımdan, birilerinin onları yukarıdaki tanıma uydurduğunu ve yine yukarıda bahsettiğim reçeteyi önerdiğini duydum.
Sadece son 2 yılda belki yüzlerce seans gerçekleştirdim. Bu seansların % 90’ınını kendine almadan vermeyi ilke edinen, çeşitli kişiler tarafından melek olduğuna neredeyse inandırılmış hanımlarla çalışarak geçirdim. Zengini-fakiri, çalışkanı-tembeli, genci-yaşlısı, kilolusu-zayıfı, evlisi-bekarı yüzlerce hanımın en önemli ortak noktası neydi bilmek ister misiniz?
“Eril enerjilerinin yüksekliği.”
Şaşırtıcı şekilde hemen hepsi sanki almaya değil, vermeye programlı doğmuş ve/veya büyütülmüşlerdi. Meğer almadan vermek Allah’a değil, melek olduğuna kodlandırılan bu hanımlara mahsusmuş. Bu danışanlarımdan birçoğunun dişi kimlikleriyle gerçekten bütünleşerek, maddi veya manevi olarak erkeklerden geleni sevgiyle kabul ettiği zaman, yukarıda bahsi geçen semptomların çoğunu atlattığını gördüm. Artık yaşam alanlarında ilişkiye çok daha açık, hayatın kendisine sunduklarını çok daha fazla alabilen, dönüştürüp işleyerek yaşama geri sunan insanlar. Dolayısıyla hayatları çok daha kolay, dünyada oynadıkları oyunun çok daha farkındalar.
Ben insanları cinsel tercihleriyle değerlendirenlerden değilim. Ancak sahip olduğumuz bedenin, bize bu hayatımızla ilgili çok önemli bir yol gösterici olduğuna da inanıyorum. Dolayısıyla çok basitçe biliyorum ki, dişiyseniz alabildiğinizde, erkekseniz verebildiğinizde hayatınız çok keyifli ve kolay hale gelir. “Kendinizi değerli ve yeterli hissedersiniz” ki, bu iki duygunun negatif hali, yani “değersizlik ve yetersizlik” coğrafyamızda hemen herkeste var olan duygular.
Hadi, bedeninizle bütünleşin. Ona biraz kulak verin, size kendinizle ilgili çok önemli şeyler söyleyecek!

Sevgiyle ve aşkla kalın,
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı
Kartal ÖZAL

1 Nisan 2013 Pazartesi

Uçan Kuşun Hikayesi


Sevgili dostlar, birçok spiritüel öğretinin en çok üstünde durduğu konu, insanın kendini sahip olduklarıyla sınırlamasıdır. İnsanlar ne yazık ki kendilerini ve başkalarını çoğunlukla sahip olduklarıyla değerlendiriyor ve bu yaşamlarındaki değerlerini daha iyi arabayla, daha büyük bir evle, daha fazla dostla yükseltebileceklerine inanıyor. Hatta birçok insan bu dünyanın fiziksel şartlarının içinde adeta hapsedilmiş olduğuna inanmakta. Oysa bu dünyaya sadece fizikselliği deneyimlemeye gelmedik, tüm bu şartlarda bile sınırsızlığımızı hatırlayarak ona doğru ilerlemeye geldik. Bazen, kendi sınırlarımızı nasıl belirlediğimizi, kendimizi nasıl çaresizliğe ittiğimizi, sadece şikayet edip sorunları çözmek için içimizdeki potansiyele başvurmadığımızı bize birilerinin söylemesine ihtiyaç duyuyoruz. Varoluşçu psikoloji derki, sandığınızdan çok daha fazlasısınız. Sahip olduklarınızdan çok daha fazlasısınız. Bununla ilgili geçenlerde bir danışanım beni aradı ve sınırsızlığımızı tekrar gösterdi. Bu konuyu izniyle sizinle paylaşmak istedim. Olay şöyle başladı; Geçen sene bu danışanım ilk randevusunda bana birinci ve ikinci eşlerinin onu nasıl terk ettiğini, ardından işini, evini, arabasını nasıl kaybettiğini ve 45 yaşında bir erkek olarak baba evine döndüğünü anlattı. Tüm bunlara rağmen hayata tutunmaya çalışırken, çok sevdiği muhabbet kuşu da pencereden kaçarak onu terk edince, artık onun için yaşamın anlamı kalmadığını hissetmiş ve yardım almaya gelmişti. Nihayetinde birkaç ay sonrasında seanslarımızı bitirdiğimizde, önce kendisine inanması gerektiğini, öncelikle kendisini sevmesi gerektiğini fark etmişti. Onu yaşama uğurlarken, en son şöyle söylemiştim, "Sen kendini gerçekten sevdiğinde, hayatta değer verdiğin her şey sana döner, merak etme!" Neredeyse bir yıl sonra, geçen hafta içinde beni aradı ve "sizinle bir şey paylaşmak istiyorum" dedi. "İşlerim harika gidiyor, başımı kaşıyacak vaktim yok. Ama sizi bugün başka bir şey için aradım. Tam bir yıl sonra, İstanbul gibi bir şehirde muhabbet kuşum geri döndü. Bu nasıl bir mucizedir? ‘Kendini gerçekten sevdiğinde hayatta değer verdiğin her şey sana döner’ derken kuşu da düşünmüş müydünüz?"
Bunu söylerken elbette düşünmemiştim! Ancak tüm samimiyetimle biliyorum ki, insan kendini sevdiği andan itibaren, her şey onun etrafında dönmeye başlıyor. Kimsenin uydusu olmayın, siz harika varlıklarsınız! Müthiş bir potansiyeliniz var! Siz kendinize inanıp, kendinizi sevdiğiniz andan itibaren uçan kuş bile döner.
Sevgiyle ve aşkla kalın!
PDR ve Davranış Bilimi Uzmanı
Kartal ÖZAL

16 Ocak 2013 Çarşamba

Zamanı geldiğinde kayığı terk edebilmek

Kayık tüm zamanlarda en çok kullanılan sembollerden birisi olmuştur. Mesela eski Mısır papirüslerindeki kayıktaki kuş tasviri ölümü, fiziksel dünyadaki bedeni terk edişi simgeler.
Gidişiyle bir hareketi gösteren kayık, her şeyden önce, yolculuğun, belli bir hedefe doğru yol almanın, taşınmanın sembolüdür. Kayık daha çok bireysel yolculuğu simgeler. 
Ne zaman sorunlu bir işin, sorunlu bir evliliğin sonlandığını, mevcut sorunlardan uzaklaşmak için kalıcı şehir veya ülke değişikliği yapıldığı haberini alsam hemen Hint mitolojisindeki kayığın terk edilmesi hikayesi gelir aklıma. Hint mitolojisine göre, “Tirthankaralar'ın karşı kıyıya geçirdiği ölülerden bazıları karşı kıyıya geçtikten sonra da kayığı bir türlü terk etmek istemezler, yollarına, kayığı sırtlarına alarak devam etmek isterlermiş. Dağları tepeleri böyle geçmeye çalışır ve bir süre sonra da yorgunluktan çöküp kalırlarmış.” (Kayık, yalnızca bu hikayeye özgü olmak üzere, burada, bedenini terk etmiş olan varlığın, vazgeçemediği maddi bağlarını, dünyasal alışkanlıklarını ve geri düzeyli duygu ve düşünceler içinde olmaya devam etmesini simgeler.) Kayıklarını ırmağı geçince terk edebilenler ise yollarına rahatlıkla devam ederler.
“Kayıkla yolculuk sembolizminde tutkular denizini aşmaktan söz ediliyorsa, bu deniz yolculuğu, kendisini yeryüzüne bağlayan maddi tutkulardan kurtulma, nefsini yenme serüvenini, yani "huzur adasına yolculuğu” simgeler. Bu adaya varana, yani nefsini yenmiş kimseye, maddi tutkular denizi sularının üzerine çıkmış olmayı ifade etmek üzere "suların üzerinde yürüyen" anlamında narayana denirmiş.”
Hayatın içinde acaba hangi kayıkları zamanında terk edebildik, hangileriniyse farkında olmadan halen sırtımızda taşıyoruz? Bu çok zorlu bir yüzleşme biliyorum. Çok spiritüel geçinen ama güvende kalma duygusuyla sürekli maddi kaygılarla hareket eden, iki yüzlülüğü kendisine gösterildiğinde bunu büyük bir öfkeyle karşılayan dostlarınız yok mu etrafınızda? Benim vardı, yıllar sonra ben ikiyüzlüyüm diye makaleler yazdılar hatta. Bende gülümseyerek ve onlar adına sevinerek okudum. Sonra bindikleri kayığı terk edemeyişlerini izledim ve böyle zamanlarda başkalarını suçladıklarını duydum sıkça. Şimdi nihayet bırakabildiklerini duyduğumda, yine sadece gülümsüyorum.
Hepimizin bir gün bindiğimiz bu kayıklardan inme tercihimiz var, ya da hikayede olduğu gibi vurup sırtımıza altında çökene kadar devam edebiliriz. Sonra çöküş anı geldiğinde de büyük olasılıkla kayığı suçlarız. Okuduğumuz okullar, bizlere çok değerli bilgiler kazandıran öğretmenlerimiz, geçiminizi sağlamak için yaptığımız işler, çalıştığımız şaşalı büyük şirketler, spiritüel olarak bize aydınlanma yaşatan kitaplar ve yazarları, kendimizi daha yakından tanımamıza olanak sağlayan psikologlar, yaşam koçları vs. hep zamanı geldiğinde inip yolumuza onlarsız devam etmemiz gereken tekamül araçlarıdır sadece. Kimseyi ne gözünüzde büyütün derim, ne de yargılayın yaptıklarını acımasızca. Sadece kullandığı tekamül araçlarını zamanında bırakıp bırakamadığına bakın, bakın bakalım hala o koca kayıkları üzerlerinde mi taşıyorlar?
Kayıkla yolculuk sembolünün genellikle farklı anlamlara gelen iki şekilde kullanıldığını fark ettim. Kayık ya ırmağın karşı kıyısına geçmek için, ya da bir ırmağın akıntısı yönünde yol almak üzere kullanılıyor. Siz siz olun sizi sadece karşı kıyıya taşıma görevi olan kayıkları zamanı geldiğini fark ettiğinizde mutlaka geride bırakın ve kendi doğrunuzu yaratmak için onsuz devam edin yolculuğa. Ama birlikte akıntıya kapılabildiğiniz biriyse bu kayık, akıntının en güçlü anlarında daha da sahip çıkın aranızdaki ilişkiye.
Aşkla kalın,
Kartal ÖZAL